6 Şubat 2009 Cuma

Türklük Bakımından Alevîler


*Prof. Dr. İsmail Hakkı BALTACIOĞLU

Her şeyden önce karanlıkta kalabilecek bir noktayı aydınlatmak isterim: Alevîlik üzerine bu satırları yazan insan, bütün ataları Sünnî olan bir ailenin, Baltacıoğulları’nın çocuğu olarak dünyaya gelmiş, Sünnî terbiyesi almış, Sünnî kalmış bir insandır. Onun için burada bilim sayar bir inancın eseri olan düşünceleri ve yargıları bir Alevî’nin duysal düşünceleri olarak almak, hem yersiz, hem de haksız olur. Gerçekleri -başka bir mezhebin, hatta başka bir dinin bile olsa- olduğu gibi, doğru olarak anlamaya çalışmak, öylece söylemek bilim adamı olduğuna inanan bir insanın töresi olmalıdır.Her Sünnî Türk gibi ben de, Alevîlere karşı sevgisizliği gönlümde taşıdım.
Alevîler üzerine bir takım yanlış düşünceleri de kafamda yaşattım. 
Bundan otuz yıl önce Fuat Köprülü’nün Bektaşilerden söz açan bir yazısında “Bektaşilik eski Türk aşiret din ananelerinin İslâmiyet içinde devamındandoğmuştur” düşüncesi beni birdenbire uyandırdı.        
Alevîlik konusunu olduğu gibi incelemeye başladım. Alevîliği eskiden olduğu gibi Sünnî çekingenliğiyle değil, bir bilim adamı sempatisiyle incelemeye koyuldum.Siz de benim gibi yarım asır sosyoloji, psikoloji bilimleri üzerinde kafa patlatır, kitapları ezberlemektense olayları görmeye, anlamaya çalışırsanız, hiç şüphe yok ki, din denilen sosyal gerçek üzerinde de yıllarca duracaksınız. Din oluşu nasıl bir oluştur diye yaşamınız boyunca sorup soruşturacaksınız. Siz de benim gibi ta ilk günlerden beri ‘milliyet’ denilen o çözülmez, açılmaz düğümü çözmeye, açmaya uğraşmış iseniz, Ernest Renan’ın “psikolojik birliğe dayanan milliyet” tarifini öğrenmiş, Ziya Gökalp’in kültür birliğinde kendini bulan tarifini de eleyip eleştirmiş olacaksınız. Ancak, ömürlere bedel olan bu tariflerden hiç biri ile yetinemeyeceksiniz. Neden? Yanlış oldukları için mi? Hayır! ‘milliyet’ denilen sosyal gerçek girift, bu tarifler de çok dar olduğu için.O zaman ne yapacaksınız? Kitaplara kapanıp bunalmış olan insanlar gibi, Rönesans insanları gibi, tabiata yani olaylara döneceksiniz. Bu dönüş size gerçeğin giriftliğini, gerçeğin zenginliğini, hatta gerçeğin estetiğini sağlayacaktır. Bu gerçekler arasında milliyetin tarifi için bulabileceğiniz en temelli karakterler neler olacaktır? Siz de benim gibi göreceksiniz ki, bu temelli karakterler ‘gelenek’ adını verdiğim -hayvandaki belkemiği gibi hiç değişmek bilmeyen- bir takım özelliklerdir: Dilde yapı, müzikte melodiler, anlatımda mimikler, bezemede motifler, mitler, masallar, atasözleri, bir takım deyimler gibi hemen hemen değişmek bilmeyen bir takım geleneklerdir.Olmakta olan, tarihin gerçeği şudur: Sünnî Türkler vardır, Alevî Türkler vardır. Sünnî Türkler anatomik, morfolojik karakterler, ırk bakımından ne iseler Alevî Türkler de odurlar. Türk ırkdaşı olarak Sünnî’yi Alevî’den ayırmak kimsenin elinde değildir. Her ikisi de Türk ırkındandırlar, ırkdaştırlar.Bu iki ırkdaş bölük arasında din bakımından bir ayrılık var mıdır? Alevîler, Alevî kolları olan Kızılbaşlar, Tahtacılar, Bektaşîler Tanrı’yı tek Tanrı, yaratıcı acıyıcı, esirgeyici olarak anlarlar. Muhammed’i Tanrı’nın gönderdiği, yalvacı olarak anarlar, Kuran’ı da doğru olarak anlarlar, bütün bunlara kayıtsızca, şartsızca inanırlar. Bu inançlar tıpkı tıpkısına Sünnîlerinkidir. Bu üç inancı diliyle hem de gönlüyle doğrulayanlara ‘Müslüman’ denir. Her kim onlara “kâfir, zındık, dinsiz, imansız” diyecek olursa Tanrı’nın, peygamberinin, meleklerinin laneti onun üzerine olur. Müslümanlara Müslüman değilsin demek günahların en büyüğü, dinsizliğin kendisidir.Sünnî Türkler ile Alevî Türkler arasında din bakımından, hiçbir ayrılık yoktur. İkisi de Müslüman’dır. Ali’ye gelince, onu biz de severiz, sayarız, Alevî Türkler de severler, sayarlar. Alevîlerin Ali sevgisinde şu saygı, şu özellik, şu gürlük vardır: “Ali büyük peygamber İbrahim’in soyundandır. Büyük peygamber İbrahim Turanî’dir, Türk’tür, Ali de Türkoğlu Türk’tür. Üstelik Ali doğrudur, iyidir, güzeldir, Türk kamu vicdanının insan değeri olarak ayırdığı, benimsediği bütün erdemler Ali’de, Ali’nin kişiliğinde, hem de tam olarak, vardır. Onun için Ali Alevîlerin göz bebeğidir, öyleyse Ali yalnız Türk değil, hem de Türklüğün sembolü, uyruğudur.”Şimdi Türk din tarihinin karanlık sırlı bir durağında duralım. Neden Türkler böyle olan Ali’yi kendilerine uyruk edinmek zorunda kaldılar? Bu soruya doğru bir karşılık verebilmek için dinlerin sırlarla dolu evrimini yönelten yolda mı gezmek gerektir.
Her din gibi, Müslümanlık da, içinde doğduğu, yaşadığı ulusun, Arap ulusunun, gelenekleriyle karışmıştır! Türkler Müslüman oldukları zaman işte bu Arap gelenekleriyle karşı karşıya kaldılar; eşitsizlik, erkek zorbalığı, kadının aşağı görülmesi, kölelik, mistiklik ve mistikçilik. Türk gelenekleri bu geleneklerin taban tabana tersi idi. Türkler dünyanın en eşitçi ulusu idiler. Tarih boyunca bir eşine daha rastlanmayan eşitçi aile tipini onlar yarattılar. ‘Türkün’ denilen bu karı-koca ailesinde erkek için ayrı od, kadın için ayrı od yakılırdı. Hakan hatunsuz elçi kabul edemezdi. Hakanın fermanı hatunun inhası olmadıkça yürürlüğe giremezdi. Bu kadın erkek eşitliği nerede görülmüştür? Töresi eşitlik, hürlük olan Türk ulusu saldırıcı Arap gelenekleri karşısında ne yapacaklardır?
Var olmak, ya da yok olmak, hangisi?Şimdi biraz da Alevî töresi üzerinde duralım. Alevîler, Kızılbaşlar, Tahtacılar, Bektaşîler için insanlar eşittirler. Onlar için bacı saygı konusudur. Onlara göre herkes birbirine yardım etmelidir, taassup kötüdür, sağduyu her şeyin üstündedir, tabiat sevilmelidir. Alevîler, bu arada Kızılbaşlar için yapılan yergilerin hepsi onları yakından bilmemekten, yadırgamaktan ileri gelmektedir. Bütün Alevîler gibi Kızılbaşlar da gelenekçi Türklerdir. Sevgi ve saygı onların yaşayışında en büyük değer olarak görülmektedir. Bir Kızılbaş’taki töre, ülkü ve Türklük sevgisi her şeyin üstündedir. Hatta Kızılbaşlar Türklerin ahlâkça en mutaassıp koludur; İşte Sünnîlik fikri, daha çok, İslâm ümmetçiliği fikri, İslâm medeniyetçiliği fikridir. Tarihte Arapçaya, ölü metinlere, şehir aristokratlığına, Arap, Acem kültürüne, medreseye, Hilâfete sarılanlar hep Sünnîler olmuşlardır. Alevîlik fikri, daha çok, kültürcülük, gelenekçilik, Türkçülük fikridir. Tarihte bütün bu yabancı değerlere, geleneklere, arkasını dönüp Türkçeye, Yunus Emre’ye, Karacaoğlan’a dinî törenlerinde yer verenler; köyü, bucağı, sazları, nefesleri, nükteleri ile şenlendirenler, “eline, beline, diline” töresini benimseyenler, yalan söylemeyenler, dilenmeyenler, çalmayanlar, kendilerini aşağı görmeyenler, bacıya, kadına eşitliğe en yüksek yeri verenler, aklın üstünlüğünü kabul edenler, tabiatı sevenler, nükteciler, gelenekçi Türkler hep Alevîler olmuşlardır. Eski Türk dininden gelen gelenekler ile bir ümmet dini olan İslâm dini örflerinin Osmanlı tarihinde,
Anadolu’nun göbeğinde nasıl çarpışmış olduğunu gösteren şu satırlar okunmaya değer:“Türklerin dini iptidaîleri ile monizmi İslâmiyet’te telife muvaffak olan yegâne mübdi dâhi, ancak Hacı Bektaşi Veli’dir. Bektaşiliğin esraralût safahatı asırdidesinden tereşşuh eden bir kaç ‘eser’e ancak nail olduğumuz halde, Bektaşi ayini aslını kaybetmemiştir”.“Bütün tutulan yollar sofiye bu aslını kaybettirdiği halde Bektaşîlik ve Kızılbaşlık kadim Türk dinini, ocak geleneklerini, hürriyet ve hürmeti nisvanı, saz ve sözünü bilfiil kabul etmiş ve yaşamıştır.”“Osmanlıların Anadolu’da teessüsüyle ‘millî bir mezhep’ doğmuştu. Bu da Bektaşîlik. Buna ihtiyaç vardı. Çünkü Mesnevî’nin ‘parsî taklidi’ ile ‘nay ve nefirinden’ Selçuk Türkleri denilen Oğuz Türkleri hiç bir şey anlamıyorlardı. Şüphesiz Türkün ‘kaval’ına benzeyen ‘nay’ın eninkâr, pür heyecan nagamatından Türkler hoşlanmıştı. Fakat ‘nay’ farisî ötüyordu. Selçuk aristokrasisi bunu anlamaya özenirken millî benliğini de harcıyordu. Avam ise bir şey anlamıyor, hem de o kahraman, bahadır ‘batır’ alplarını farslaşmış görerek ellerinden kaçırıyordu.”“Âşık Paşa’yı Veli, Ahi Evran (yahut Ahi Elvan), Şeyh Süleyman, Hacı Bektaş, bir günün, bir asrın, bir fikrin müçtehitleri olduğuna hiç şüphe edilemez. Kırşehir’deki Cace Bey Medresesi’nde toplanan Hacı Bektaş’tan maad bu asri müçtehitlerin içtihadı, Konya’nın Mesnevi medresesi olan Karatay’a rekabet etmekte idi. Karatay Konya mektebi Faris felsefe ve içtihadı ile uğraşırken Case Bey Medresesi de Âşık Paşa’nın Garipname’sini ibda ediyor, Şeyh Süleyman Tezkiret-ül-Evliya’yı Ahi Elvan Gülşen-i Râz’ı ve kim bilir daha bilmediğimiz yazıcılar daha neler yazıyorlardı”.Bu millî tarikatlar eski Türk geleneklerini korumakla kalmamış, tarikat yoluyla Arnavutları, Ermenileri bile Türkleştirmiş, Türkçülük ateşiyle tutuşturmuştur. Türk halk gelenekleriyle kaynaşmış olan bu tarikatlar Arap, Acem millî gelenekleriyle anlaşmış olan öteki tarikatlara hiç benzemezler. Birinciler yabancı milliyetlerin insanlarını Türkleştirirken bu sonuncular öz Türkleri Arap, Acem kültürüne aşılamışlardır.Türklerin bütün kültür alanlarında olduğu gibi, din alanında da millî benliklerini belirttiklerini gösteren daha birçok belgeler vardır. Bunlardan dinde hoş görücülüğü ele alalım. İşte bir tarih belgesi: XVII’inci asırda Türklerin dinî toleransları başlığıyla Macar müellifi Oskar Kolling’den çevrilen bir makalede şu hüküm vardır: “İstilâcı Türkler hiç bir zaman cebrî dinden çevirme usulüne başvurmamışlar, bilâkis, herkesi serbest bırakmışlardır. Hatta bu hususta yardımı esirgememişlerdir”.Yine o yazıtla Simontoruya Beyi Ahmet Olay’ın 1669′da Macar diliyle yayınladığı bir buyruğun metnini veriyor. Bu buyruğun birinci maddesini de şunlar okunuyor: “Muhtar kişi Allah korkusunu bilen, kiliseye giden, yurdunda iken vaizleri kaçırmayan, duasını unutmayan insan ola”.Bütün bu dinleşmiş töreleriyle Alevîlik bir mezhep, bir İslâm mezhebi karakteri taşımaktadır. Alevîliğin bir mezhep olmayıp ancak bir tarikat olduğu direntisi hiç bir bilim temeline dayanmamaktadır. Bunu direnenlerin her şeyden önce; “mezhep nedir, tarikat nedir?” diye bir soru sorup karşılığını objektif çalışmayı bilen bilim adamlarından almaları yerinde olur. Kelimeleri herkes istediği anlama çeker, herkes istediği gibi anlarsa, ortada ne gerçek, ne de bilim kalmaz.İşte ben ‘Türk’e Doğru’yu yazdığım tarihlerde gelenek birliği üzerine kurduğum milliyet tarifinin ışığı ile Alevî adı altında toplanan Kızılbaşlık, Tahtacılık, Bektaşîlik ve özellikle Alevîlik gerçeğini incelemeye, eleyip eleştirmeye koyuldum. Gördüm ki bütün bunlar tarih boyunca softaların, mutaassıpların bizlere anlatmak ve tanıtmak istedikleri sapkınlık ve sapıklık yolları değil, belki Türklerin Müslümanlığı kabul ettikten sonra din ve dil yoluyla Türk yaşayışına ve Türk kamu vicdanına sokulmak isteyen Arap göreneklerine karşı Öz Türk ruhunun yaptığı tepkilerden doğmuş töre ve eğitim yollarıdır.Nüfusu yirmi milyonu geçen Türkiye’nin Türklerini Sünnîlerden ibaret sanmak en aşağı bir coğrafya bilgisizliğidir. Hele namusu, arılığı, erdemliliği yalnız bir mezhebin inhisarı sanıp da ötekileri yermek ne gerçeğe uyar, ne de yurttaşlığa yakışır. Bu eğriliğin ta kendisidir. Bilim adamlarına, üniversite adamlarına, din tarihçilerine yakışan, doğruluk, objektifliktir. İleri kültürü, ileri medeniyeti olan bir ulusa yakışacak olan tarih boyunca dedikodu, kara çalma konusu olmaktan bir türlü kurtulamayan bu Alevilik gerçeğini felsefe, ilahiyat fakültelerinde bilim gözüyle incelemek, aydınlatmaktır.Bu yurdun esenliği, bütünlüğü tence, tince kalkınması için artık anlaşılmalıdır ki Sünnîlikle Alevîlik aynı gövdenin iki büyük parçasıdır. Birbirlerinden ayrılamayan bu iki varlık tek varlıktır. Bu birliği, bu bütünlüğü belirtmekte Türk tarihi için büyük bir kazanç vardır. *Türk Düşüncesi C.3, S.13, s.1–5, 1 Aralık 1954 İst. Kimdir1908′de Darülfünun’un tabiye bö1ümünü bitiren İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Darülmuallimin’de öğretmenlik yaptıktan sonra 1910′da pedagoji ve elişleri öğretimini incelemek üzere Fransa’ya gönderildi. Türkiye’ye dönünce bir süre gene Darülmuallimin’de görev aldı. 1913′te Darülfünun’da pedagoji profesörlüğüne getirildi. 1917′de Edebiyat Fakültesi dekanı oldu. 1923–1925 arasında Darülfünun rektörlüğü yaptı. 1933 Üniversite Reformu’nda kadro dışı bırakılan Baltacıoğlu, 1934′te haftalık kültür, edebiyat dergisi Yeni Adam’ı yayımlamaya başladı. 1939′da Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne atandı. 1942′de Afyon’dan, 1946′da Kırşehir’den milletvekili seçildi; 1942–1957 arasında da Türk Di1 Kurumu Terim Kolu Başkanlığı’nda bulundu. “Kendi kendine öğrenim”, “Açık hava okulu” benzeri, kurumsal olmaktan çok, uygulamaya yönelik eğitim konusundaki görüşlerini Rüyamdaki Okullar (1944) gibi eserlerinde ortaya koyan İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Yeni Adam Dergisi’nde, özelliklede 1942’de yayımladığı Türk’e Doğru kitabında çağdaşlaşmanın ulusal kaynaklardan kopmadan gerçekleştirilebileceğini savundu. Felsefe, toplumbilim, pedagoji ve estetiğe ilişkin yapıtlarının yanı sıra, ortaoyunu gibi geleneksel tiyatro türlerinden yararlanarak oyunlar, Batak (1942) adlı roman ve Yalnızlar (1942) adlı bir öykü kitabı yayımladı. Eğitim alanındaki atılgan tutumu ve çağdaş düşünce akımlarına açık görüşüyle tanınan Profesör İsmail Hakkı Baltacıoğlu 1 Nisan 1978′de Ankara’da öldü.

Hiç yorum yok: