4 Aralık 2013 Çarşamba

EĞİTİM SİSTEMLERİ ÜZERİNE BiR GÖRÜŞ


TÜRKİYE  Cumhuriyeti kurulduğunda Tevhidi Tedrisat Kanunu ile birlikte  Gelecek nesillerin eğitimini çağdaş uygar Milletler seviyesinde olması için bir sistem oluşturmuştur. Bana göre bu sistem de  Eğitime başlayan çocuklarımıza  tam laik bir anlayışla Latin alfabesi ile birlikte  semboller aracılığı ile Evrensel ve   ulusal menkibeler, ulusal ahlak kuralları ve prensipleri ,törenler ve alegorileri sunar ama seremonilerinin ve bu sembollerin  anlamını  dikte etmez.Bunların yorumunda bilgi alanı temel ilkelerden sonra tamamen özgürce düşünmesine  bırakır.Yani bilgi yüklenen  bireyin düşünmesini ve zihni melekelerini geliştirmesini ister.Kişinin bundan sonra  bu bilgilerden ne kadar çok veya ne kadar az  alacağı artık kendisine kalmıştır. Yani Eski tabirle kişinin Fıtratı ile orantılı olacaktır.

Bu sistem Kişinin bir robot değil,tamamen özgür düşünceli bireylerin oluşmasını hedeflemiştir.Bu eğitim sisteminin kademeleri öyle bir düşünce merdivenidir ki her basamak tırmanıldıkça  ruhsal açıdan  birey kendisi,yakınları,çevresi ve Ulu yaradan hakkında ki bilgileri çoğalır.
Bu aşamada her hangi birinin rehberliğine ihtiyaç duymuyacak bir aşamay gelir.Artık kendisi işik vermeye başlar.
Evet Dostlar,bu gün bu sistem değişitirlmektedir. Düşünen insan değil,aklını kullanan insan değil,tamamen ezberci gelişimden ve geçmişinden bi haber ,yalnızca kendisine verilen sınırlı bilgiler ışığında birer robot olması istenmektedir bu yeni sistemde.Bu değişim Bana göre 1980 ler de başlamıştır.
Yeni Eğitim sistemi analitik düşünen,aklını kullanan,sorgulayan  birey değil,yalnızca yükleme bilgi yetinen,her şeyi olduğu gibi kabullenen,tüketen,üretmeyen bireyler oluşması sistemidir. Toplu Üniversite sınavlarının analamı budur.Toplu Orta Öğretim sınavlarının anlamı budur.İnsanların duyguları ile oynayarak daha iyi eğitim verileceği sanısı ile insanlar farkında olmadan robotlaşmaya başlamıştır.

Düşünüz ki Üniversiteyi bitimiş bir insan  yalnızca Ölümü düşünerek yetişiyor,sonra etrafına bildiği davranış dışındaki bir başkasına”  Öteki dünya da  öldüğün gün sorgulandığında dininin dilini bilmediğinden  nasıl cevap vereceksin?”Neden diye sorulduğunda cevap “- Yüce yaradan gönderdiği dinin dili ile sizi sorgulayacak da ondan” diyorsa,orada bir yanlışlık var demektir.Çünkü Yaradan tüm insanları eşit yaratmıştır. Tüm semavi dinlerin kitapları bunu öngörür,özel bir yaratılan yoktur.Bir yaratılan diğerinden üstün değildir.Eğer olayı bu şekilde Yarattığının tek tip bir birey olmasını istemiştir.O halde neden tek bir dil  vasıtasıyla  yarattığı ile iletişim kursun ki?Örneğin Ulu Yaradan istese idi tüm insanlığı tek dille konuşan yaratıklar olarak yaratamaz mıydı?
Neyse konumuza dönelim:
T.C. Kuruluş Felfesinde,Ülke insanının  tek tip  insan olarak oluşmasını istememiştir. Türk insanı ilk eğitimden başlayarak  bu dünyada düşünen ve yaşayan bir oyuncu olacaktır.
Bu sisteme Türk insanı Evrensel alemin karanlık ve cehalet ortamından gelmiştir.Yeniden bu ortama girmesini ve yaşamasını istemez.Ona mutlaka bir aydınlık,bir nur vermek hedefindedir.Ancak burada istenen fiziki br ışık değil aydınlanmanın nurudur.

Türkiye Cumhuriyetinde Tevdihidi tedrisat ile  Milli Eğitiminin önemi  Türk Bireyinin oluşturulan bu yeni dünyada sorumlu bir dünyevi yaşamı olduğunun bilincine varmasını sağlamasıdır.
Bu sistemi oluşturanların bana göre düşündükleri şey şudur;Nasıl ki  bu  dünyaya gelen yeni doğmuş bir bebek gibi zayıf ve çaresiz bir durumdadır. Nasıl bu bebek, çocuk ve gençliğinde aldığı eğitimle hayat yolculuğuna hazırlanıyorsa, İşte Türk bireyi bu eğitim sistemi ile birinci derecede kendi ahlakî  mabedini inşa edebilmek için gerekli ders ve bilgileri alacaktır.Yani bir tür çırak,kalfa ve Usta eğitiminden geçmelidir.Amaç Prototip insan değil başlıbaşına İnsan gibi olmaktır.Hür düşünceli,hür vicdanlı bir varlık olmasını sağlamaktır.İmparatorluk döneminin Kula kulluk sisteminin yarattığı cehaletin karanlığından çıkartıp,Yaradanın yaratılış amacına uygun kulun yetişmesini sağlamktır.
Bana göre yaratılışın amacı ,Bir biribi seven,Aklını kullanan,üreten ve adil üleşen bir kul olmayı sağlamaktır.Birey odaklı,ama bir araya geldiklerinde  kollektif hareket eden kullar olmasını sağlamaktır.Nakliyeci değil akliyeci aydın olmasını sağlamaktır.Bu yüzden Çırak,kalfa ve usta  üçlüsü öngörülmüştür.Hepimiz bu yoldan geçtik, geçiyoruz.Yaradan kulundan bunu istemiştir.Bunu şöyle açıklamaya çalışayım;
Malumunuz Çırak kelimesinin anlamı “öğrenci” veya “yeni başlayan” demektir.Tanrı  Bu kişinin yani çırağın Yolunda ilerleyebilmesi için ona Üç semavi dinde öngörülen  önce hayatın  üç temel ilkesi olan Kardeşçe Sevgi, Yardımlaşma  ve Hakikatı Arama öğretmeyi  emretmiştir. İlk okul da verilen derslerin amacı budur.

Sonra Orta Öğretim aşamasında verilen dersler le kişiye dört temel erdem olan Metanet, İtidal, Basiret ve Adalet öğretilir.Bunların yanında gönlü genişleten, şahsiyete bütünlük kazandıran, vakur bir insan olabilmeyi sağlayan diğer erdemleri de öğrenmesi sağlanır. Nedir bunlar?Ketumiyet, itaat, alçak gönüllülük, Tanrıya iman, vicdan temizliği, zamanın iyi kullanılması gibi erdemleri sağlayacak ve günlük hayatta kullanabileceği bilgilerle mücehhez dersler verilir.
Dostlar,İşte Tevhid-i tedrisat ın sonuç olarak yeni toplumun oluşmasında takip ettiği ilk ve orta eğitim sistemi  çocukluğu ve gençliği sembolize eden bu derecelerde, çırak ve kalfa  Türk insanı  bu gün kullanımdan kalkan  yeminin gereklerini yerine getirmeyi ve kardeşçe bir hayatı düzenleyen kuralları öğrenir. Bu iki eğitim mertbesinin öğretisi vicdana hitap eder ve Çıraklıktan çıkıp  kendi kademe kademe benliğini inşa etmeyi öğrenir.
 90 yılda ülkemiz bahsini ettiğimiz eğitim sistemi ile şu veya bu şekilde oynanmasa idi  belki de medeni ülkeler safında ilk sıralarda bir yerde olurdu.Ama 1950 li yıllardan itibaren bu sistem aşamalı bir şekilde kırpılarak amacından saptı ve bu gün hukuken olmasa bile fiilen ortadan kalktı.Çocuklarımız birer robot gibi yetiştirilmeye,okumuş cahiller ordusu oluşturulmaya başlandı.Giderek de sözde liberal olan ,bireysel odaklı tam anlamı ile tüketici bir toplum oluşmaya başladı.İmparatorluk döneminde ki gibi kulun kulu niteliğinde bir toplum görünümü arz-ı endam etti. Türk insanın kaderi bu olmamalı bence.Peki ne yapmalı diye sorabilirsiniz. Yeni gençliğin Taksim-Gezi haykırışını iyi tahlil etmemiz gerektiği kanısındayım. Çünkü bu haykırış Yalnız Türkiye değil Tüm dünya’ya bir mesajdı.


Tüm dünya gençliği kulun kulu olmamak için baş kaldırdı.Kendi benliğine saygı istediği,onun da insan olduğunu hatırlatmak için baş kaldırdı.Bence bu baş kaldırı  Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ile ciddi bir paralellik arz etmekte.Ülkeyi yönetmeye talip olanlar olaylara  bizim yukarıda sunmaya çalıştığımız  bakış açısı ile bakarlarsa Gelecek nesillerimiz daha mutlu bir ortamda yaşamış olacaklardır.Artık ülkeler emperyalist çıkarları için top tüfek kullanmanın kendilerine pahalıya mal olduğunu gördüklerinden  psikolojik savaş diyebileceğim yöntemlerle insanlığı egemenlikleri altına almaya çalışmaktalar.Onlar için en makbul insan türü düşünmeyen,üretmeyen,mutlak itaat eden,yanlızca gününü düşünen,ben merkezci ,sevgiden uzak,sevgiyi seksle karıştıran iç güdüsel dürtülerle yaşayan insan türüdür.İnsan eğitimini değil köle eğitimini ön gören bir eğitim sistemi on lar için ciddi meseledir.Köle eğitimi dediğim şu; Tamamen normatif  beyin gücünü ön planda tutan düşünmekten çok olduğu gibi uygulayan,sosyal  anlamda analitik düşünmeyen sadece maddi verileri tatbik ettiren bir eğitim sistemi.

27 Ağustos 2013 Salı

Batı Rumeli’yi Nasıl Kaybettik?Balkan Harbinde Garp Cephesi


Sayın Neval Konuk Hanımın bilgilendirdiği Sayın Ahmet Tetik. com'dan alıntı 









…Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
    Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
    Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular... *


Balkan Harbi’nin üzerinden geçen yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimine rağmen; savaşın, kaybın, göçün toplumsal hafızada bıraktığı izler silinmedi. Sonuçları itibariyle Batı Rumeli’de 500 yıllık bir Türk hakimiyetinin sonunu getiren Balkan Harbi hakkında birçok eser kaleme alındı, birçok değerlendirme yapıldı ve hatıralar yazıldı. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ise 1925 yılında Harp Akademileri’nde verdiği ‘Balkan Harbi’ adlı konferansta, “Bizim Ordu bütçesi Bulgar Ordu bütçesinin dört, müttefiklerin Ordu bütçelerinin toplamının iki katıydı. Bununla beraber millet, Orduda, ödediği para ile münasip iş görememişti…’’ der.

Cihan GÜNEŞ

Balkan Harbi’nin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, harbin bizzat içerisinde bulunan Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, 1925 yılında Harp Akademileri’nde ‘Balkan Harbi’ konulu bir konferans verir. Selanik, Kosova, Manastır, Yanya ve İşkodra’nın nasıl elden çıktığını anlatan Fevzi Çakmak; muharebeleri askeri, sosyal ve ekonomik yönden ayrıntılarıyla aktarırken, ilgi çekici çeşitli değerlendirmelerde bulunur, bunun yanı sıra bazen sert bir üslup da kullanarak özeleştiri yapar ve geleceğe dair önemli mesajlar verir.

Tozlu raflardan çıkarak, okuyucuyla buluştu

Fevzi Çakmak’ın bu önemli konferansı, döneminde “Garbi Rumeli’nin Suret-i Ziyaı ve Balkan Harbinde Garp Cephesi’’ adıyla kitap halinde yayınlanır. Uzun süre kütüphanelerde sadece Osmanlıca bilen az sayıda araştırmacı tarafından incelenen ve dikkatlerden kaçan bu eser, emekli bir asker olan Ahmet Tetik tarafından titizlikle günümüz Türkçesi’ne aktarıldı ve ‘Batı Rumeli’yi Nasıl Kaybettik’adı altında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı.

“Düzenli tümen, iç siyasetle uğraşan birkaç subayın kışkırtmasıyla çürüdü’’

Ordunun disiplininin, kişisel siyasi tercihler sonucu darmadağın olduğunu belirten Mareşal Fevzi Çakmak, biraz da öfkeyle şunları söyler: “1912 yılı Nisan sonlarına doğru Arnavutluk’ta isyan çıkmış, Mayıs ve Haziran aylarında İpek, Yakova ve Piriştine’de karışıklıklar sürerken, isyanı bastırmak için İstanbul’dan gelen 1. Tümen de isyancılarla birleşmişti. Millet meclisisinde “İtilafçılık”, Orduda “halâskarlık”, Arnavutluk’ta “başkımcılık” elele yürüyorlardı… Bu düzenli tümen, iç siyasetle uğraşan birkaç subayın kışkırtmasıyla çürüdü, inancı bozuldu. Askerler subaylarını, subaylar askerlerini tanımamaya başladı. O düzenli birlik rezil oldu, itibarını kaybetti…”

“Düşmanlara aldanılarak , 70 bin asker terhis edildi”

Harp öncesi siyasi idarenin yönetim zaaflarını ve bunun ordunun savaşma iradesine etkilerini dile getiren Fevzi Çakmak, olumsuzlukları şu şekilde aktarır: “Askerlerin arasında başlayan sızlanmayı ortadan kaldırmak üzere 1912 yılı Haziran ayı ortalarında iktidara gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti redif ve ihtiyatların tamamen terhisiyle yetinmeyerek, barış zamanında ordunun önemli bir kısmını oluşturan 1908 girişli yeni nizamiye askerlerini bile terhis etti… Seferberlikten önce Trakya ve Makedonya’daki askeri kuvvetimiz düşmanlarımızın iki katıydı. Seferberlikte doğal olarak üstünlüğümüzü koruyacaktık. Oysa düşmanlara aldanılarak , 70 bin asker terhis edildi. Böylece barışta düşmanlarımıza karşı mevcut olan üstünlüğümüzü kaybettik. Bulgaristan ise bu sırada manevra bahanesiyle ordusunu takviye ediyordu…”

“Üsküp’te subaylar bile savunma yapmayı reddetti’’

Konuşması içerisinde komuta kademesindeki niteliksizlikten ve kötü idareden de sıkça bahseden Fevzi Çakmak, “…Birliklerin olağanüstü dağınıklığı, özellikle redif ve ikmal askerlerinin tamamen memleketlerine savuşmaları, Üsküp’te subayların bile savunma yapmayı reddetmeleri çok korkunç bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Bu esnada düşmanlarımız kararsızlık içindeydi. Üsküp’ün, İştip’in boşaltılmalarından birkaç gün sonra, halkın çağrısıyla işgal edilmeleri, düşmanların moralini gösteren açık örneklerdir…’’ ifadelerini kullanır.
“Teknik birliklerimiz hemen hemen hiç iş görmemişlerdir”
Bu problem etrafında derin özeleştiride bulunan Fevzi çakmak şu cümleleri kuruyor:
“Başsız asker savaşmaz ve savaşamaz. Hasan Ali Rıza gibi komutanların elinde Türk askeri hatta Arnavut redifleri bile iyi savaşmışlar, kötü komutanlar panik çıkmasına sebep olmuşlardır… Rütbelerin tasfiyesi kanunu birtakım ehil olmayanları işbaşından almakla birlikte, dairelerde çürümüş birçok kıdemli fakat askerlikten habersiz kimseleri emir komuta makamına getirmiş ve orduda büyük düzensizliğe sebep olmuştur…Teknik birliklerimiz hemen hemen hiç iş görmemişlerdir. Tayyaremiz hiçbir iş görmedi. Telsizler kırıldı, hatta âdi telgraf ve telefon bile gerektiği gibi çalışmadı. ”
“Vatan parçasının terk edilmesi, giderilemeyecek acılar, hasretler meydana getirdi”
Yaşanan bozgununun ardından geri çekilişi aktaran ve “Açlık ve sefalet manzarası korkunçtu. Askerler sokaklarda dileniyor, çamurların içinde düşüp kalıyorlardı. Bu yürekleri parçalayan manzara, her göreni yaralıyordu” diyen Fevzi Çakmak, yapılan ateşkesin ardından 19 Haziran 1913 tarihinde 500 yıllık ata topraklarından ayrılışı şu iç acıtıcı cümlelerle ifade ediyor: “19 Haziran 1913 sabahı Karadeniz gemisi, akşama doğru da Gülcemal vapuru Seman İskelesi’nden hareket ettiler. Ben de Gülcemal vapurundaydım. Batı Rumeli’de 500 yıllık Türk hakimiyetine veda ettik… Atalarımızın asırlar boyunca kanlarıyla suladığı, eski ve yeni şehitlerimizin gömüldüğü vatan parçasının terk edilmesi kalplerimizde giderilemeyecek acılar, hasretler meydana getirdi…”
Bölgenin nüfusu, askerlerin niceliği ve teçhizatı hakkındaki çizelgeler, muharebe anılarını gösteren krokilerle hazırlanmış kitapta Fevzi Çakmak, geçmişteki hataları, yanlışlıkları, eksiklikleri özeleştiriyle irdeleyerek, ordunun nasıl bir nitelikte olması gerektiği konusunda geleceğe de bir anlamda mesaj veriyor.

_____________________

12 Temmuz 2013 Cuma

EVRENİN DİNİ-AKHENATON’UN DİNİ BUGÜNKÜ HÂKİM DİNLERİN TEMELİDİR

Değerli okurlarım  bir araştırmacının bir yazısını size sunmak isterim.İsmini katdetmemişim ama yinede kendisinin iznini isterim.
       Biz Müslümanların önemle kullandığımız;  “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu” dediğimizde İslam dininin ilk şartını yerine getirmiş oluyoruz.
Kelime-i Şehadet söylenmeden, hiç kimsenin İslam dinine girmiş sayılmadığı, ondan diğer vecibelerin beklenemeyeceği bir gerçek.
Anlamı da genellikle bilinir, ama tekrarlamakta fayda var. “Şehadet ederim ki, Allahtan başka ilah yoktur, ve Hz. Muhammed de onun kulu ve elçisidir.”

Şimdi M.S. 600’lerde ortaya çıkan ya da çıktığını zannettiğimiz bu sözün, biraz farklı da olsa, ortaya çıkmasından tam 2000 sene önceki halini görelim.
 “Aton’dan başka Tanrı yoktur, Akhenaton onun elçisidir ve  ışığını bize ulaştırır.”
İlginç değil mi?Peki kim bu Akhenaton?

AKHENATON              

Akhenaton tahta çıktığındaki adı 4. Amenhotep(Amenofis)’ti. (hani her duanın ardından söylediğimiz AMİN kelimesinin ana kaynağı- bilinçli ya da bilinçsiz bu firavunun anısını taze tutmak için kullanılıyor bence hem de 3000 yıla yakın zamandır.Bütün semavi dinler kimi amen der kimi amin şeklinde bunu kullanıyor tesadüf mü acaba?)

Diğer firavunlarla karşılaştırdığımız zaman, hakkında çok az şey biliyoruz. Çünkü Akhenaton’un adı ardılları tarafından tarihten silindi. Hatta, bu eski Mısır’da en kötü ceza olarak bilinse de, mezarından bile silindi.

         Bu yazıda zaten bu cezalandırmanın nedenleri üzerinde duracağım. Akhenaton’la ilgili resmi tarih bilgisi isteyen okurlar için birçok kaynak önerebilirim. Ama resmi tarih anlatmayacağım, tam tersine remi tarihe ters sorgulamalar yapacağım.

         Resmi tarihe göre Akhenaton, 18. hanedanın son firavunlarından biri olarak, M.Ö. 1353–1336 yılları arasında, 17 yıl hüküm sürdü. Babası 3. Amenhotep’in son dönemlerinde bir süre kral naipliği yaptı ve babasının ölümünün ardından tahta çıktı. Annesi Tiya.soylu bir ailenin kızı olmayan, halktan gelen ilk kraliçedir.
         Tiya bazı kaynaklara göre 3. Amenhotep’in veziri olan, yaşamı sırasında Mısır’ı etkin bir şekilde yönettiği için çok onurlandıran ve Mısır tarihinde ilk kez Kral Vadisi’ne gömülen sıradan ölümlü olan Yuya’nın kız kardeşi, bazılarına göre de kızıdır. Halktan gelmesine rağmen döneminde firavuna denk bir güç olarak ülke yönetiminde yer almıştır.

         4. Amenhotep adıyla tahta çıkan genç firavun, iktidarının ilk yıllarında “Amon mutludur” anlamına gelen adını, “Aton’un ruhu ya da Aton’un hizmetkârı” anlamına gelen Akhenaton olarak değiştirdi.

         Ve bilinen tarihte ilk kez, tek Tanrıya inanan  bir din kurdu. Bu dinin kurallarını birazdan inceleyeceğiz.
         Çok Tanrılı Mısır’da bu büyük devrimi gerçekleştirebilmek için, o zamanki başkent olan Teb’den 300 kilometre uzakta, bugünkü adıyla Tel el Amarna’da Akhetaton(Aton’un ufku) adlı yeni bir başkent kurdu. Bu şehirde ilk kez tek Tanrı için bir mabet inşa etti.

         İktidarda kaldığı süre içinde, kurduğu bu yeni dinin yayılmasına ağırlık verdi. Tıpkı babası gibi o da diplomasi ağırlıklı ve barışçı bir dış politika izledi. Kiya ve Nefertiti isimli iki eşi oldu. Kiya’dan, kesin olmamakla birlikte, 2 oğlu, Nefertiti’den 6 kızı dünyaya geldi.

         Nedeni bilinmeyen ama oldukça şüpheli ölümünden sonra, olanlar da kesin bilinmemektedir.
 
         Ancak kendisinden sonra tahta çıkanların tahtta kalış süreleri ve kimlikleri konusu daha da karışıktır.

         Hemen ardından tahta çıkan Semenkare’nin babası, yaşı, hatta cinsiyeti bile belirsizdir. Bazılarına göre Akhenaton’un kardeşi, bazılarına göre eşi Kiya’dan oğludur.
         Bazıları ise onun bir kadın olduğunu iddia ederler. Akhenaton’un kızı Meritaton’la evlenmiş, ve çok kısa süren iktidarından sonra –ki bu konu da kesin değildir- Meritaton tahta geçmiş, arkasından vezir Ay kendisini firavun ilan etmiş, son olarak yine akrabalıkları konusunda çok az şey bildiğimiz, ancak bozulmamış mezarı sayesinde Mısır hakkında çok şey öğrendiğimiz meşhur Tutankamon tahta geçmiştir. Tahta geçiş ismi Tutankaton’dur, ancak daha sonra Amon rahipleri tarafından adının değişmesine ikna edilmiştir.

         Sonra iktidara gelen, ordunun başındaki general Horemheb’tir. Horemheb ve ardılları, Akhenaton ve Horemheb’e kadarki bütün firavunları tarihten silmiş ve kraliyet kayıtlarına göre, 3. Amenofis’ten sonra iktidara Horemheb gelmiş gibi düzenlemeler yapmışlardır.
              
İBRAHİMİ DİNLERİN KÖKENİ

Bu kısa tarihçe aslında çok önemli değil. Çünkü, resmi tarih her zaman sonraki iktidarlarca yazılır. Bu yüzden, hele tarihin değiştirildiği bu kadar ortadayken, resmi tarihi boş verelim ve alternatif tarih kaynaklarından yola çıkarak, hakikati arayalım.

         Birazdan bahsedeceklerimin tümü, yazılı kaynaklarda yer alıyor. Benim katkım sadece bunları toparlamak ve aradaki bazı kopuklukları fikir yürüterek tamamlamak oldu.

         Şimdi, kutsal kitaplardaki ve resmi kayıtlardaki tarihi değil, farklı bir bakış açısını değerlendireceğiz.

Milattan önce 1600’lere gidiyoruz. Hz. İbrahim’in ülkesi Harran’a. Harran’da o zamanlar Mittani Krallığı hüküm sürüyor. Tıpkı Hititler gibi, onların nereden geldikleri belirsiz, ama İndüs ve aryan kökenleri biliniyor. Büyük olasılıkla Hindistan’daki eski İndüs uygarlığının mirasçıları.

Mittani Krallığı’nda yaşayan Abram, kutsal kitaplarda olduğu gibi birden tek Tanrıya inanmaya başlamıyor, okuyor, araştırıyor, düşünüyor.
 Tıpkı çağımız aydınları bizlerin yapmaya çalıştığı gibi hakikati arıyor. Sonra tek Tanrı inancı güçlenince, etrafındakilerle arasında bir fikir ayrılığı oluşuyor.
 Bazılarına göre zulüm görüyor, bazılarına göre ise, zulüm görmemek için Harran’a geliyor.
Harran bazı kaynaklara göre dünyada ilk kurulan yerleşim, Hz. Adem’in şehri. Dünyanın ilk üniversitesi ve ilk rasathane orada kuruluyor. Abram oradan da önce Filistin’e sonra Mısır’a geçiyor.
Bu göç o tarihlerde olağandır.Zira bölgede iklim değişikliğinden kaynaklanan  ciddi boyutta kuraklık ve dolayısı ile uzun süreli açlık hüküm sürmektedir.

Bu yolculuklar sırasında adını Abraham olarak değiştiriyor.
İsimdeki “Brahma” benzerliği oldukça dikkat çekici, çünkü Brahma Hint inanışında gücü herşeye yeten, herşeyi yaratmış olan ve her zaman var olan Tanrının adı.
Mittani uygarlığının İndüs kökenli olduğu düşünülürse, Hint Tanrılarının en güçlüsü Brahma’ya inanmaya başlamış ve adının da bu yüzden Abraham yapmış olması kuvvetle muhtemel.
Yani tek Tanrı inancının olası kökeninde Hint inanışları olabilir. Burada daha az yaygın bir başka bilgi daha var, bu teze göre aslında Abraham Mittani kralı Artatama’nın ta kendisi…

Abraham (Hz.İbrahim) sadece İslam dinine göre Mekke’de Kabe’yi inşa ediyor, diğer tek Tanrılı dinlerde bu yok.
Aslında ilk tek Tanrı mabedi Kâbe. İnanca göre oğlu Samuel-İsmail ile birlikte Kâbe’nin sütunlarını dikerken Allah’a dua etmişler ve Kâbe’yi tek Tanrının evi olarak kutsamışlar.
Ama burada ilginç bir detay daha vardır, bizdeki adıyla İsmail Kâbe’yi korumak için Mekke’de kalır. Ve Hz. Muhammed’in ailesi Kureyşliler, ve Mekke’deki diğer 3 büyük aile, soylarını Hz. İsmail ve Hz. İbrahim’e dayandırırlar.
 Yani aslında bu iddiaya göre, Hz. Muhammed, Abraham’ın soyundandır. Ve Hz. Muhammed, birer Yahudi olan Hz. Musa ve Hz. İsa ile akrabadır.

Bu birazdan göreceğimiz şekilde “sünnetli” olmasını da açıklayan bir donedir. Diğer taraftan bazı yorumcular, Hz. Muhammed’in dinini yayarken, diğer tek Tanrılı dinlerin, ve başta o zaman hâkim durumda olan Musevilerin tepkisini çekmemek için, kendi atalarını da Hz. İbrahim’e dayandırmak istediğini iddia ederler.

Neyse biz konumuza dönelim. Abraham Mısır’a gelir. Mısır’da Maat yasası uyarınca kölelik asla olmamıştır.Peki olan nedir?
Bu bilgi çok önemli. Devlete vergi borcu olanların bazıları şimdiki kamu hizmeti cezaları gibi, devlete borçlarını emekleriyle ödemektedirler, ama hiçbir zaman tarihte anladığımız şekliyle bir efendi-köle ilişkisi olmamıştır .
Bu da gösteriyor ki hiçbir zaman Yahudiler Mısır’da köle olmamışlardır.  
Abraham Mısır’da yerleşir. Abraham ve yanındakiler Mısır’da güçlenirler. Hatta Hiksos dönemi denen, “çöl prensleri”nin gelip Mısır yönetimini ele geçirmeye çalıştıkları dönem olması sebebiyle, belki de doğrudan iktidara gelirler. Ama Hiksos’ların Abraham ve soyundan geldiklerine dair bilgileri şimdilik bir kenara bırakalım.

          YUYA-HZ. YUSUF       

Mısır’da güçlenen yeni göçmenlerden bir tanesi Firavun’un sarayında baş vezirliğe kadar yükselir. Bu Yuya’dır. Yani bizim bildiğimiz adıyla Hz. Yusuf.  Mumya resimlerinde de görüleceği gibi, Yuya tam bir Asyalıdır.
Modern Mısır tarihçileri kabul etmek istemese de hiçbir şekilde dönemin Mısırlılarına benzememektedir. Bu farklı fiziği aslında “güzel” olması efsanesiyle de örtüşmektedir.
Yuya yani Hz.Yusuf daha önce sıradan hiçbir insana verilmeyen ünvanlar ve yetkilerle Mısır’ı mükemmel bir şekilde yönetirken, bazı kaynaklara göre kızı, bazılarına göre kız kardeşi olan Tiye’yi Akhenaton’un babası 3. Amenofis’le evlendirir.
Yani kraliyet ailesine kendi kanının da katılmasını sağlar. artık firavun ailesi de, sonra doğacak olan Akhenaton da Abraham’ın torunlarıdır.  
Bu bölüm de önemli, çünkü daha sonra bu kanı taşıyanların Mısır’da iktidardan uzaklaştırılmasına, hatta tarihten silinmelerine de tanık olacağız. Ama aynı şekilde, tek Tanrı’lı dinlerin bütün peygamberleri gibi, Akhenaton’un da Abraham’ın genlerini taşıması da çok ilginç.
Yuya Abraham’ın Harran’dan getirdiği tek Tanrı fikrine bağlı kalmayı sürdürmektedir. Eski Mısır’da o zamanki adıyla On adını taşıyan Heliopolis’te zaten gizliden gizliye öğretilen bir tek Tanrı bilgisi vardır.
Bu inanca göre Ra en büyük Tanrıdır, ve aslında diğer Tanrıların da Tanrısıdır.
Zaman içinde Ra-Horus, yani Re-Herakhti adını almıştır, ama gizli bir kardeşlik örgütü, Heliopolis’te, hangi tarihten ve hangi uygarlıktan geldiği belli olmayan bir tek Tanrı bilgisini korumaya devam etmişlerdir.
Osiris rahipleri de aynı bilginin koruyucularıdır. Yuya’nın atalarının tek Tanrı bilgisi ve Mısır’da kapalı bir çevrede korunan bu tek Tanrı bilgisi dünyaya yayılmak için zaman kollamaktadır.

Yuya torunu ya da yeğeni olan ve tahta 4. Amenofis adıyla çıkması beklenen delikanlıda, aradığı öğrenciyi bulmuştur.  Genç kral adayına, tek Tanrı bilgisini ve sevgisini aşılar. Ve onu tek Tanrı inancına gönülden bağlar.

4. Amenofis tahta çıktığında, henüz gençtir. Tıpkı Yuya gibi, tek Tanrıya inanan bir aileden gelen ve güçlü bir kadın olan annesi Tiya’da onu etkilemiştir.
Yuya’nın iktidarı sırasında atalarının yurdu olan Mittani Krallığı’yla ilişkiler güçlendirilmiş ve Mittani Kralı’nın kızı Kiya babası 3. Amenofis’le evlendirilmeye gönderilmiştir. Fakat o yoldayken 3. Amenofis ölünce yeni firavun gelen prensesle evlenmek zorunda kalır. Kiya’da Mittani-Harran-Sümer inançlarının takipçisidir ve tek Tanrı fikrini onaylamaktadır.

Sonra birden ortaya Nefertiti çıkar                     .

Nefertiti’den nereden geldiğini kimse bilmemektedir. Adı “güzellik geldi” anlamındadır. Bazıları bunun “güneyden ya da uzaktan gelen güzel” olduğunu iddia etseler de, her halükarda bu isim Nefertiti’nin gerçek adı değildir, bu isim sonradan konmuştur.
 Nereden geldiği meselesi bugün hala bilinmemektedir. Büyük olasılıkla Yemen’den yani Saba ülkesinden gelen bir Saabidir, Mittani krallığından gelen bir prenses, hatta Isis’in yeniden bedenlenmesi olduğunu iddia edenler olmuştur. Nefertiti gelir gelmez Akhenaton’un bir numaralı eşi durumuna gelir. Her yerde Akhenaton’un yanında yer alır. Ve Akhenaton’un inancını paylaşır. Akhenaton’a 6 kız evlat verir.

TEK TANRILI İLK DİN KURULUYOR

Nefertiti ile evlenir evlenmez, Akhenaton Aton dinini ortaya atar. Aton aslında eskiden beri bilinen bir Tanrıdır. Babası 3. Amenhotep de Aton için adaklarda bulunmuştur. Ancak yeni dinde çok Tanrılı panteon ortadan kalkar. Aton tek Tanrıdır, başka Tanrı yoktur.
Bu devrimi, çok güçlenen, adeta her devlet kararı için fetva alınmak zorunda kalınan Amon rahiplerinin gücünü azaltmak için yapıldığı iddiasıyla küçümsemek isteyen yorumcular vardır.
Oysa ilk kez tek Tanrılı din bir devlet dini olarak ortaya çıkmıştır, ve Akhenaton bu tavrıyla çok büyük mücadeleleri göze almıştır. Bu yüzden sadece politik bir hareket olduğu iddiası kesinlikle yanlıştır, ama devrimin doğal bir sonucu olarak, Amon rahiplerinin, ve diğer çok Tanrılı dinlerin rahiplerinin gücü çok azalmıştır.

Akhenaton’un yeni dinini biraz uzunca inceleyeceğiz.

Önce Akhenaton’un Tanrısı Aton’a yazdığı şiirle başlamak gerek.



Tanrı, uludur, birdir, tektir.
Ondan başkası yoktur.
Bir tanedir,
O’dur her varlığı yaratan.
Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh…
Ta başlangıçta vardı Tanrı.
Tek varlıktı o.
Hiçbir şey yokken o vardı.
Herşeyi o yarattı…
Ezelden beri gelen varlığı,
Ebediyete kadar sürecek.
Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir onu.
İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman…

Bu şiirin altına imza atmayacak herhangi bir tek Tanrılı din mensubu var mıdır? Akhenaton’un tek Tanrısına yazdığı bu şiir, bizlerin bugünkü inançlarının içinde aynen mevcut.  Hatta ilk iki dizede, İslam dinindeki “Allah-ü ekber”, ve “La ilahe illallah” bile var. Ama bu metnin bildiğimiz tarihteki ilk metin olması özelliğini vurgulamak gerek. Çünkü, biraz sonra detaylarını göreceğimiz şekliyle, aslında bütün dinlerin kökeninde bu mesajlar var.
Akhenaton’un Tanrısı Aton, bir güneş diskiyle sembolize ediliyor. Başka bir şekli yok. Halbuki o güne kadar bütün Mısır Tanrıları ve hatta başka kültürlerdeki Tanrılar da, hep formlarla, insan ya da hayvan figürleriyle sembolize edilirken, Aton’un hiçbir formu yok. Sadece gökteki güneşle gösteriliyor.
Bu konuda çok ilginç, çünkü varsayılan Mu Uygarlığı’nda da, dünyada bir anda ortaya çıkan Sümer, Mısır, Maya ve Harran’daki Sabilere kadar bir sürü kültürde de tek Tanrı hep güneş sembolüyle açıklanmıştır.Bu gün hala Japonya’da bu gelenek vardır ve bayrakları da güneş sembolüdür.
Burada Aton’un Akhenaton ve Nefertiti’yle nasıl resmedildiğine biraz bakmak gerek. Resimlerde Firavun insanlaşıyor ve eşiyle eşit. Çocuklarını şefkatle seven bir baba. Dönemin sanatının bir cilvesi, Akhenaton’un bazı heykelleri, onu, yine sembolik olarak eril ve dişili kendinde birleştirmiş olduğunu anlatmak için,  feminen yönleriyle de gösterince, hasta olduğu ya da cinsel tercihleri sorgulanmış. Ama ona ait resim ve heykellerin çok büyük bir çoğunluğunda normal bir insanken, şu anda Kahire Müzesi’nde olduğu için en çok bilinen heykelinin referans alınması bir bilgi eksikliği…

Dini incelerken ilk dikkat etmemiz gereken Aton sözcüğünün kökeni. Hermetik öğretide tek Tanrının adı Atum. Aton sözcüğüne çok benziyor. İkincisi tek Tanrının İbranicedeki isimlerinden biri olan Adonai sözcüğü. Üçüncü benzer kavram, aynı isimli bilinen Tanrıdan farklı olan, Suriye’deki tek Tanrı olan Adonis.  Aton kendi kendisini yaratmış, ve daha sonra herşeyi yaratmış olan ve daha önce hiç rastlanmadığı şekliyle hem anne hem de baba olan bir Tanrı. Her iki cinsiyeti de taşıması çok önemli, çünkü evrensel düaliteyi kendinde birleştiren bir Tanrı fikri ilk kez gündeme geliyor. Aynı şekilde Akhenaton da kendisini Mısırlıların hem babası, hem de alışık olunmadığı tarzda, annesi olarak konumlandırıyor. Yani eril ve dişilin, Rahman ve Rahim’in, siyah ve beyazın bileşkesi…

Aton bütün evrenin Tanrısıdır. Bu da yeni bir kavram olarak gündeme gelir, çünkü bundan önce Tanrılar güney ya da kuzey Mısır’ın, ama çok daha önemlisi sadece Mısır’ın Tanrılarıyken, düşman hatta barbar kabul edilen ülkelerin de Tanrısı olan bir tek Tanrıdır. Bu da büyük bir devrimdir, çünkü bazı Tanrıların kişisel olduğu, ailenin diğer bireylerinin bile aynı Tanrıya tapamadığı bir dönemden bahsediyoruz. Bir Tanrının, size kötülük yapanların da Tanrısı olabileceğini o dönemlerde kabul etmek çok zor. Yani hayır ve şerrin o tek Tanrıdan geldiğini hazmetmek…

Aton’un en önemli özelliği her zaman olumlu olmasıdır. Daha sonra gelen tek Tanrılı dinlerin Tanrı fikirleri, bazen şefkat, bazen şiddet mesajları verirken Aton her zaman barıştan, sevgiden yanadır. Tanrının celal yüzleri yok gibidir. O her zaman hem baba, hem anne şefkatinin sembolüdür. Daha sonra Yehova’nın ve İslamiyet’teki Allah’ın cezalandırıcı vasıflarına sahip değildir. Bu da tek Tanrılı dinlerin ılımlı izleyicilerinin, ve belki de sırf bu yüzden izlemeyenlerinin aklındaki Tanrı fikrine daha uygun bir modeldir. Ceza, ateşlerde yakmak, cehennem gibi kavramlardan uzak bir tek Tanrı…
                           

Aton bütün yaratılışın Tanrısı olarak hem kadınların hem erkeklerin Tanrısıdır. Akhenaton ve Nefertiti onun iki yönünü sembolize edecek şekilde bütün resimlerde hep beraber sembolize edilmiştir. Yani aslında kutsal üçleme Aton-Akhenaton-Nefertiti olarak oluşmuştur. Akhenaton’un bir diğer şiirinde “yumurtaya can veren” Tanrı olarak geçen Aton, “kendi birliğinde, milyonlarca formu” olan Tanrı olarak açıklanır. Yani aslında tasavvuftan kabalaya kadar, bütün ezoterik yolların mesajı bu cümleyle özetlenir.

Aton sadece ışıktır. Işık ya da nur ve ziyadır. Öğle vakti gölgeler yok olduğunda, yani ışığın zirvesinde, o da gücünün zirvesindedir, ve inananlarını destekler.

Dinin temel kuralları şöyledir: 

•      YARATILIŞA İNANILIR.

•      RUHUN VARLIĞINA VE ÖLÜMDEN SONRASINA İNANILIR.

•      ÖLEN KİŞİLER İÇİN CENAZE TÖRENİ YAPILIR.

•      ÖLEN KİŞİ DÜNYADA YAPTIKLARINA GÖRE YA ÖDÜLLENDİRİLİR YA DA  
       CEZALANDIRILIR.

•      İBADETHANELERE GİRMEDEN ÖNCE RİTÜELİK BİR TEMİZLİK YAPILIR,
       TEMİZLİK ÇOK ÖNEMLİDİR.

•      CİNSEL İLİŞKİDEN SONRA BÜYÜK BİR TEMİZLİK YAPILIR.

•      İBADETHANEDE SECDE EDİLİR.

•      DİNİ BİR EYLEM OLARAK HAYVAN KURBAN EDİLİR.

•      ERKEKLER SÜNNET EDİLİR.

•      DOMUZ ETİ YENMEZ.

•      PUTLAR YASAKTIR, HİÇ BİR ŞEKİLDE PUTA TAPILAMAZ. 

Burada durmak lazım. Abdest, sünnet, domuz eti, kurban, secde ve bildiğimiz kuralların çoğu zaten burada.
Özellikle sünnet çok önemli. Hz. İbrahim’in Mısır’a gelirken neden sünnet olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz, çünkü Mısır’daki seçkinlerin arasına kabul edilebilmek için bu detay yaşamsal. Aslında sünnet bir işaret. Ölülerin canlanacağı gün, kimlerin seçkin olduğunu gösterecek bir gösterge. Ama Musevi inancının, ve İslam dininin bir kuralı olması, sadece Hz. İbrahim’in Mısır’da kabul edilebilmek için razı olduğu bir işlem olmasından kaynaklanıyor. Hristiyanlıkta olmasa da, bir Yahudi olan Hz. İsa da, Hz. Muhammed de sünnetli. Zaten sünneti izlediğimizde dinler tarihini çok daha iyi anlayabiliyoruz.

İbadet konusu da ilginç. Her sabah, her öğlen, ve her akşam tapınakta toplanan halk, hep bir ağızdan, baştaki örnekte olduğu ve adeta Kelime-i Şehadet getirir gibi, “Aton’dan başka Tanrı yoktur, Akhenaton onun elçisidir ve ışığını bize ulaştırır” demektedir. Ayinlerde Firavun Akhenaton ve Nefertiti de halkla birlikte yer alırlar. Hiçbir şekilde ruhban sınıfı yoktur. Evet, tek rahip Akhenaton’un kendisidir, ama başka bir aracı yoktur.

Başlangıçta Akhenaton hoşgörülüdür, Aton dinini halka hoşgörüyle aktarmaya çalışır. Bir sabah ayininde, güçlerini kaybettikleri için Amon rahiplerinin organize ettiği bir suikasttan kurtulunca, sertleşir. Bütün tapınaklarda diğer Tanrılara ait resimleri, heykelleri yok etmeye başlar. Tarihin ilk put kırıcısı haline gelir. Ve tek Tanrılı dinlerdeki puta tapmama geleneğini başlatır. Hz. Musa ve Hz. Muhammed’in put kırma hikayelerinin ilhamı da Akhenaton’dan gelir.

Hayatının geri kalanını Aton’a ibadetle ve onun için şiirler yazmakla geçirir. Ölümünden 3 yıl kadar önce, Nefertiti geldiği gibi esrarengiz bir şekilde kayıtlardan çıkar. Kızı Meritaton onu yerine geçer. Birçok kaynak, Nefertiti’nin Akhenaton’un beklenen ölümünden sonra idareye geçmek için saklandığını, ya da daha büyük olasılıkla kimlik değiştirdiğini savunurlar.

Ve bir gün Akhenaton ölür. Ölümü kesinlikle şüphelidir. Çok büyük olasılıkla zehirlenerek öldürülmüştür. Yerine Semenkare geçer. Semenkare ilginç bir kişiliktir. Akhenaton’un Kiya’dan olma üvey kardeşi, oğlu, üvey oğlu olması olasılıkları vardır. Ama çok daha büyük bir olasılık, onun kılık değiştirmiş bir kadın olduğudur. 
Semenkare’nin iktidarı kısa sürer. İddiaya göre Amon rahiplerinin bir şifa çalışması sırasında öldürülür. Zaten Akhenaton’un ölümünden sonra dinin karizmatik lideri kaybolduğu için dinin takipçileri zaten huzursuzlaşan halk ve Amon rahipleri karşısında zayıflamışlardır.

Bir süre Meritaton ülkeyi yönetir. Fakat onun da gücü giderek artan muhalefeti bastırmaya yetmez ve bir süre sonra vezir Ay başa geçer. Ay görünürde Amon rahiplerini rahatlatacak tavizler verir, ama aslında mezarına Akhenaton’un Aton için yazdığı şiiri koyacak kadar Aton dininin içindedir.

EXODUS-GERÇEK HİKAYE

İşte tam bu dönemde, artık dinin ve takipçilerinin Mısır’da yaşamlarını sürdüremeyecekleri ortaya çıkar. Mısır soylularından, ve aslında Abraham ve Yuya’nın kanından gelen, adı o zamanki Mısır dilinde “oğul” anlamına gelen Moses(Hz. Musa) devreye girer.
Gerçekte yaşayıp yaşamadığı tarihi kayıtlarda yoktur. Kimin oğlu olduğu konusunda farklı fikirler vardır. Sigmund Freud, ölmeden önce yazdığı son kitabında, onun Akhenaton’un kendisi olduğunu bile ileri sürer. Hz. Musa’nın liderliğinde Mısır’dan ayrılmanın yollarını ararlar. Ve Hz. Musa’nın ve Yuya ve Abraham’ın akrabaları olan çöl kavmi Habiru’lar (Hebrew)  Kenan yani Filistin bölgesinde yaşamaktadırlar.
Dinin takipçileriyle birlikte, ve Firavun’a rağmen değil, tam tersine, bu dinin ve bu kavmin Mısır’dan bir an önce uzaklaşmaları için Firavun’un kolaylaştırıcı desteğiyle Mısır’dan ayrılırlar. Zira o dönemde, büyük bir grubun yürüyerek yaptığı uzun bir yürüyüşü, bir atlar ve arabalarla dolu bir ordunun durduramaması imkânsızdır. Ayrıca, yine aynı dönemde, Akhenaton ve sonrası tarihten silinmeye çalışılsa da, Mısır’da olağanüstü bir devlet kayıt sistemi vardır, ve Kızıldeniz’in ikiye ayrılmasından ya da herhangi bir askeri kayıptan asla söz edilmemektedir.
 Hz. Musa’nın on emri, Şabat gününe saygı duyulması bölümü hariç, Akhenaton’un inşa ettiği başkentteki duvar yazılarında da yer alan, Ölüler Kitabı’ndan alınmadır. Yani elbette, Sina dağında taşların üzerine de yazılmış olabilir, ama daha önce bu kurallar Mısır dininde ve Akhenaton’un yeni dininde aynen mevcuttur. Tıpkı, sünnetin, domuz yememenin, putlara tapmamanın olduğu gibi…
Hz. Musa Aton-Adonai adlı Tanrısını, geldiği yerde bulduğu uzak akrabalarının ve yerel halkın şiddet dolu yanardağ Tanrısı olan Yehova’yla birleştirir.
Burada ilginç bir not da Hz. Musa’nın konuşamaması meselesidir. Hz. Musa Mısır’da büyümüş bir Mısırlı olarak elbette yerel dilde konuşamaz, ve aslında Hz. Musa hariç bütün erkek çocukların öldürüldüğü iddiasına rağmen nasıl varolduğu belli olmayan kardeşi Hz. Harun onun tercümanıdır.
 Kurulan yeni dindeki rahipler, daha sonra çok tartışılan bir şekilde sadece Mısır’dan gelen ailelere bırakılmıştır. Yerel halk rahip olamamıştır, çünkü gerçek bilgi ve sır, aslında dinin kökeninin Mısır’da olduğunu ve Akhenaton’u saklamaktadır. Ve din ikiye ayrılmıştır. Dışarıdakiler için sert, Yehova ağırlıklı din, Mısır’dan gelen içerdekiler için yumuşak, Adonai ve Elohim ağırlıklı din, yani Kabala.

Freud’a göre puta tapmaya devam etmek isteyen Yahudiler Hz. Musa’yı öldürmüşlerdir. Öyle olmasa bile, en azından iki farklı Hz. Musa olduğu sık tartışılan bir tezdir. Birincisi yumuşak başlı dini lider, diğeri sert ve siyasi Hz. Musa. Bu iki farklı karakter ve iki farklı din anlayışı hep varlığını korumuş, krallıklar ve Babil sürgünü sırasında kurumsallaşmıştır.

SERTLEŞEN DİN

Fakat Yahudiler, o zamanki konjonktür ve kurallar nedeniyle, başlangıçta daha sert olan Yehova kavramını seçmişler, sürgünde yazılan ve milliyetçi duyguları canlandırmayı amaçlayan Eski Ahit bu yüzden savaş ve kanla dolmuştur.
 Eski Mısır bilgisi ve Sümer efsaneleriyle süslenen inanç modeli başlangıçtaki din modelini değiştirmiştir. Yine de içerideki kapalı grup tarafından, yumuşak, sevgi dolu Tanrı fikri ve bu Tanrıya sadece arınarak, nefis terbiyesi ve sevgi yoluyla ulaşılabileceği bilgisi korunmuştur.
ESENNİLER
Bir süre sonra tek Tanrı inancının bozulduğunu gören bir grup Musevi, ayrı bir tarikat kurmuştur. Elbette bu amaçla bir çok tarikat kurulmuştur, ama bu tarikat özel bir öneme haizdir..
Esseniler denen bu tarikat, Tanrının iyi ve güzel yanlarını ortaya çıkarmıştır. Esseniler dindar Yahudiler olarak, bozulduğunu düşündükleri dinin yerine, kavramlarda çok daha yumuşak, ama uygulamada katı yeni bir anlayış kurmuşlardı. Bu gizemli grubun inancının Hint öğretilerinden de etkilendiği, ama aslında eski Mısır’ın temel ahlak yasası olan Maat inancına uygun, yani hakikate göre yaşama prensibinde oldukları bilinmektedir. Bugün bu tarikatın bir çok ezoterik kardeşlik örgütünde çok büyük etkileri olduğu da bilinen bir gerçektir.

HZ.İSA’NIN MESAJLARI 


O dönemde Roma devlet sistemi mükemmele yakın kayıtlar tutarken, bu kayıtlarda asla yer almayan, hakkındaki bilgiler gerçek ve tarihi bir kişilik olan Apollonius’la neredeyse aynı olan, Hz. İsa Esseniler’in bir takipçisi olarak ortaya çıktığında mesajı yine budur.
Ahlak ve sevgi. Yüce Yaratan’ın bilgi ve sevgisini anlatır ve insanlara sadece seven, müşfik bir Tanrıdan bahseder. Bu tek Tanrıyı mutlu etmek için Mısır’daki Maat yasasına göre yaşamak yeterlidir. Ama Hz. İsa beklenen Mesih olduğunu iddia ettiği ve Yahudi Kralı olmak istediği için, Esseniler, Hz. İsa’nın gizli öğretiyi halka açmasından çok memnun olmazlar.
Ve yeraltına çekilirler. Hz. İsa bilinen şekilde mesajlarını verip, Tanrı’nın yanına gittikten sonra, takipçileri de Esseniler gibi sessizleşirlerse de, Saul ya da bilinen adıyla Paul isimli bir Yahudi, aslında İsa’yla hiç karşılaşmamış olmasına rağmen havari kabul edilen bir “aziz”, İsa’nın mesajlarını ters yüz ederek yeni bir din kurar.
 Buradaki Tanrı yine kızgın da olabilmekte, cehennem ve şeytan gibi kavramlar devreye girmekte, insanlar Tanrı sevgisi yerine Tanrı korkusuna yönlendirilmektedir. Sonra Aziz Peter’in hayali mezarı üzerine Roma’da kilise kurulur. İsa’nın ölümünden 300 yıl sonra toplanan İznik Konsül’ü İsa’nın mesajlarının yanında, onun mesajı olmayan bir sürü kavramı da yeni dinin içine almıştır.
 Aynı konsül, Apollonius’la ilgili de çok ilginç kararlar almıştır. Hz. İsa’nın gerçek mesajları Kumran’da ve Nag Hammadi’de bulunan ve artık reddedilemeyen gerçek İncillerde mevcuttur. Ve Paul’ün anlattığı dinden çok farklı, aslında sadece Museviliğin sevgiyle bir olunan Tanrı inancı ve Mısır’daki Maat yasasını anlattığı bir Yahudi mezhebi önermiştir.
MEKKE 

Bu kez Mekke’de yeni bir din doğar. Hz. Muhammed tamamen putlara taparak yaşayan insanlara tek Tanrıdan bahsetmiştir. Hz. Muhammed’in anlatıldığı gibi cahil olmadığı, bir çok eğitimden geçtiği bellidir.
Birçok yorumcu kabalist hocalardan, Musevi öğretilerden de bahseder. Kuran’da en çok adı geçenlerden birinin Hz. Musa olması da zaten tesadüf değildir. Atası Abraham’ın, yani Hz. İbrahim'in tek Tanrı için inşa ettiği ve putları dolduracak kadar kuvvetli inançları olan Mekke’deki insanları tek Tanrı bilgisi ve sevgisine ikna etmek çok zor olmuştur.

Mesajlarını ilk verdiğinde herkes Hz. Muhammed’in Sabi dinine geçtiğini düşünmüştür. Çünkü öğretilerinin büyük bir bölümü Sabilikten etkilenmiştir. Zaten kutsal kitaplardan sadece Kuran Sabileri tek Tanrılı dinler arasında saymıştır.
 İslam’ın şartları arasında yer alan namaz kılma, oruç tutma, hac, oruç tutmak, abdest almak, kurban kesmek, tavaf, üç aylar  gibi inanç ve ritüeller tamamen Sabi kökenlidir.
 Bütün bu inançlar, söylendiği gibi, o dönemdeki Arapların gelenekleri değil, Sabi dininin gerekleridir. Hatta namaz, ya da doğru tabirle salat, tamamen Sabilerden alınmıştır. Sabilerin güneşe taptıkları gün bugün Sunday, Aya taptıkları gün Monday ya da Lundi, Merkür için Mercredi, Satürn için Saturday ya da Samedi olarak, Latin kökenli dillerde yaşamaktadır.

Başlangıçta böyle bir kural olmamasına rağmen, Hz. Muhammed bütün ibadetlerini neden olduğu bilinmeyen ama Musevi inancına saygısının bir işareti olduğu reddedilemeyecek bir şekilde Kudüs’e dönerek yaparken, Medine hicreti sonrasında hicret edenlere geri dönüş ve zafer umudu aşılayacak şekilde Kâbe’ye dönerek dua etmeye başlamıştır.
 Zaten adı huzur ve barış anlamına gelen yeni dinin kırılma noktası da burası olmuştur. Bazı İslam bilginleri Mekke’de gelen ayetlerle Medine’de gelen ayetlerin içerik ve üslup açısından farklarına da dikkat çekmişlerdir. Mekke mesajları yani Mekki ayetler evrensel ve sevgi ağırlıklıyken, Medine ayetleri yani Medeni ayetler yerel ve korku ağırlıklı bulunmuştur. Medeni ayetlerin toplumsal hayattan medeni hukuka, devlet örgütlenmesinden kadınların giyimine kadar birçok konudaki düzenlemeleri, Hz. Ömer’in doğrudan müdahalesi sonrasında gelen ayetlerdir.
Hz. Muhammed, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya göre yaşadığı kesin olan, mesajlarını direkt olarak kendisi aktarmış, ve iyi bilinen tarihi bir karakterdir. Fakat Hicretteki sürgünün özel şartları olan Medeni ayetler ve Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan yeni İslam yorumları, sünnet ve hadis kavramları, Kuran’ın ve bizatihi Hz. Muhammed’in uyarılarına karşın, yeni bir din oluşturmuştur. Bunun üzerine, Tanrı sevgisini savunanlar, batıni bir İslam anlayışına geçmiş, ama büyük kalabalıklar, zahiri yani görünen İslam’ın korku dolu mesajlarını benimsemişlerdir.

  SONUÇ

Şunu bilmeliyiz ki, Hristiyanlık ve İslam Museviliğin birer türevi olarak ortaya çıkmış iki dindir. Musevilik ise doğrudan eski bir Mısır inancından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla aslında bugünkü hâkim dinler, Akhenaton’un dininin takipçileridir.