21 Mayıs 2008 Çarşamba

Türklerde Kalançı Çak(Kıyamet Günü)



Yazan;

Hasan Murat Çelik

Altaylar'da yaşayan şamanist Türkler bir gün dünyanın sonunun geleceğine yani kıyamete inanırlar.
Bu güne Altay Türkçesi'nde Kalgançı Çak denilir;
Türkiye Türkçesi'ndeki karşılığı kalacak olan çağdır. Eski Türkler'in inançlarında da kıyamet kavramı yer alırdı.
Eski Türkler kıyamete Uluğ Gün derlerdi ;Uluğ Gün; deyimini Türkler, müslüman olduktan sonra da kullanmışlardır.
Altay Türkleri'nin inançlarına göre kişioğulları gün geçtikçe azacak, yazıktan (günahtan) çekinmeyecek, kötülük alabildiğine çoğalacaktır.
İyiliklerle dolu Tanrı Ülgen, bu yazıklı topluluktan uzaklaşacak, karanlık dünyanın kötü ruhu Erlik (Erklig) yeryüzüne yaklaşacak. Erlik'in yardımcısı Karaş ondan önce yeryüzüne çıkacak. Kişioğulları Ülgen'i unutacak.
Kötü ruhlar ile iyi ruhlar, insanları kazanmak için yeryüzünde savaşacak. Karanlık dünyanın varlıkları Erlik, Karaş ve Kerey insanları karanlık dünyaya çekecek; Tanrı Ülgen ve iyi ruhlar (Mangdaşire, May-Tere) ise insanları aydınlığa, iyiliğe çekecek. İki taraftan da ölenler olacak. Sonunda Ülgen tek başına kalacak. Ülgen;Ölüler, kalkın!; diye bağıracak ve bütün ölüler dirilecek.
Altay Türkleri arasında, Kalgançı Çak'ı anlatan iki manzum söylence saptanmıştır. Bunlardan biri Televüt Türkleri'nin, biri de Telengit Türkleri'nindir. Bu iki söylence şöyledir:
TELEVÜT ANLATISI
Kalgançı Çak geldiğinde gök demir, yer sarı bakır olur. Hanlar hanlara saldırır, uluslar birbirine kötülük düşünür. Katı taşlar ufalır, sert ağaçlar kırılır. Kişi bir dirsek denli küçük olur, baş parmak denli erkek olur. Erlerin dizgini kısa olur (=güçlülerin elinde oyuncak olurlar). Ayak takımı beğ olur. Baba çocuğunu, çocuk babasını saymaz. Yaban soğanı pahalı olur. At başı denli altına bir kap yemek verilmez. Ayak altında altın bulunur da onu alacak kimse bulunmaz.
TELENGİT ANLATISI
Kalgançı Çak geldiği, kara yer od'la (ateşle) kaplandığında Büyük Kaan Ata Tanrı (Kayra Kaan Ada Kuday) kulaklarını tıkar. O çağda dünya bozulur, yer ve kişi soyu mahvolur. Fitne ve fesat saçan acımasız yel insanları heyecanlandırır. Töre bozulur. Tepeler çalkanır, demir üzenginin dibi delinir, çuvaldızın deliği yırtılır. Ulus bozulur. İnsan kara böcek gibi kanatlanır, gözlerine kan dolar. Kara su kanla karışık akar. Yer uğuldar, dağlar sallanır, çukurlar-hendekler yıkılır. Gök gürler kenarı açılır, deniz çalkanır dibi görünür. Yerin altı üstüne gelir. Yosunlar öğütülüp toz olur. Gök sallanıp eteği açılır, deniz dalgalanıp dibi görünür. Deniz dibinden dokuz kara taş çıkar; dokuz taş dokuz yerinden yarılır; her taştan dokuz çemberli dokuz sandık çıkar; her sandıktan demir atlı dokuz kişi çıkar; bu kişilerden ikisi başkan olur. Bunların bindikleri atlar ;Vuruşkan Ulu Sarı; adlı olur; ön ayakları kılıçlı, kuyrukları bıçaklı olur; ağaca rastlarsa ağacı keser, diriye çarparsa diriyi yok eder. İl güne rahat olmaz. Ay ile Güneş aydınlık vermez, ışıksız olur. Ağaçlar kökünden kopar, baba çocuğundan ayrılır, bitkiler mahvolur, soyu kurur. Analar sevgililerinden ayrılır, dul kalır. Yerde;köngül;denilen bir ağulu ot biter, kökünden sarı çekirge çıkar; hayvanlara çarparsa hayvanların, insanlara çarparsa insanların kanını sömürür.
İşte o zaman Şal-Yime haykırır:
Bu yana bak Mangdaşire! Yardım et!
Köngül otunu yok edemedim. Köngül otunun kökünde konur yılan var.
Mangdaşire'den ses çıkmaz. Ondan yardım gelmeyince Şal-Yime, May-Tere'ye haykırır:
Büyük kagan ulusunu bıraktı, cins aygır sürüsünü bıraktı. Yer alt üst oldu, sular kurudu. Yakalı giyimlerin yakası parçalandı. Yönetilen yurt başsız kaldı. Kuşlar yuvalarını, geyikler duraklarını, kadınlar yavrularını bıraktı.May-Tere'den ses çıkmaz.Bundan sonra Erlik'in kahramanlarından Karaş ile Kerey yer yüzüne çıkar. Onlar çıkınca Ülgen'in kahramanları Mangdaşire ile May-Tere gökten yere iner. Savaşırlar. May-Tere'nin kanı od (ateş) olup yer
yüzünü kaplar. İşte o zaman Kalgançı Çak olur...
Alltay Türkleri arasındaki başka bir anlatıya göre ise Ülgen, Tanrı'dan korkmayı ve kendilerini değiştirmeği öğretmek üzere May-Tere'yi insanlara gönderecek. Buna kızan Erlik, May-Tere'ye saldıracak. May-Tere'nin kanı bütün dünyayı kızıla boyayacak; dört bir yanı ateşler, alevler kaplayacak ve bunlar göklere değin yükselecek. O zaman Ülgen gelecek ve ellerini çırpıp Ey ölüler! Kalkın!; diyecek. Ölüler yerden, denizden, ateşten, ölüm geldiğinde bulundukları yerden çıkacaklar. Dünyadaki ateş Erlik'le birlikte onun taifesi olan bütün kötü kişileri yok edecek. Kökte Tengri, Yerde Biz; DeLikanLı TÜRKleriz!..
Kün Tug bolgıl, kök kurıkan BOZKURT olsun bize uryan _________________________________________________________________

Türkler ve Uzaylılar






Efsane,tarihi belgelere dayanan şeye denmez.Bir şeyin efsane olması için gerçeklere değil inançlara dayalı olması yeterlidir.



Aşağıda efsanelere göre yapılmış bir çalışmayı okuyacaksınız.



Çadıra giren mavi gözlü, parlak giysili, sarışın adam; "Han-name"ye göre Cengiz Han´ın eşi Alanko-a çadırında yatarken, pencereden birden parlak bir ay girmiş ve Alanko-a´yı gebe bırakmıştı.


Ay, çadırdan girerken de, kadının gözlerine kurt ve aslan gibi birşeyler görünmüştü. Yine aynı kaynağa göre, pencereden ay ışığına benzer bir ışık girmiş ve yine bu ışık aslan ve kurt şeklinde çıkıp gitmiş.


"Han-name"deki bu söylence "Moğolların Gizli Tarihi" ile uyumludur. Bu kaynakta, yine Alanko-a gece çadırında yatarken, çadırın bacasından giren ay ışığı içinden, etrafa ışık saçan parlak, sarışın ve mavi gözlü bir adam girmiş, kadının karnını okşadıktan sonra, bir kurt şekline bürünerek, ay ışığı huzmesine tırmanarak gitmiş.




"Han-name" Özbek Türklerinden bir kaynaktır; yörede önemsenen hayvanlar olarak aslan ve kurt dikkat çekerler. "Moğolların Gizli Tarihi" ise, proto-moğol kaynaklarından gelen bir mittir, Moğollar´ın köpek yani "Köpek-ata" inancı belirginleşir.




Türk mitlerinde Ay erkek, güneş dişidir, buna rağmen Türk mitlerinde Ay´dan gebe kalma söylenceleri azdır. Alanko-a´nın gebe kalması olayını "Moğolların Gizli Tarihi"nin yazarı P. Pelliot şöyle anlatır; "Sızan ışıktan girerek karnını okşuyor ve onun parlak ışığı karnının derinliklerine işliyordu. Çadırdan çıkarken de, güneş veya ayın huzmelerine tıpkı sarı bir köpek gibi tırmanarak çıkıyordu.




" Kırgızlar´ın Yaradılış Mitleri´nde yay, güneş ışığı ile ilgilidir, yay güneşe doğru atıldığında güneşin ışığı yayları tutar. Altın-Bel Han´ın kız torunu güneşe çıktığında hemen gebe kalır. Meryem Ana´nın gebe kalmasını hatırlatan bu kök-mit gezegenseldir.




Her versiyonda, dünya dışından gelen bir varlık vardır, kimi zaman ışık halinde, kimi zaman insan formundadır ama her şekilde de söylencenin kahramanı olan kadını muhakkak döller.




Yani dünyalı kadın, dünyadışı bir güç tarafından döllenmektedir. Astroloji ve Türk MitleriKüçük Ayı Takımyıldızı, bir arabayı çeken iki kısrak olarak, Büyük Ayı Takımyıldızı ise yedi kurt olarak tanımlanıyor ve birer burç olarak yorumlanıyordu.



Türk Mitlerine göre, yedi kurt durmaksızın Küçük Ayı´nın iki kısrağını kovalıyorlar ama bir türlü yakalayamıyorlardı. Yakaladıkları anda gök ve yer karışacak, kıyamet kopacaktı.
Türk Mitolojisi´nde burçların yer almaması bu nedenledir. Güney Sibirya´daki Minusinsk´de derlenen Türk masallarında şöyle bir anlatım vardır; "Oğlanın bindiği kısrak göğe uçar ve Han yedi kurduna kısrağı kovalamak için emir verir.
" Bir diğerinde ise, kısrağı yakalamak için 12 kurda emir verilir. Bunlar astronomik ve astrolojik simgelerdir. Saratan yani Yengeç Burcu, yaz başı yani Haziran ayına rastlar,
Türk mitlerine göre, bu dönemde artan güneş ısısı toprağı ve suyu pişirmiş ve bu şekilde de Türkler´in erkek atası olan Ay Ata türemişti. Klasik Astroloji´de Yengeç Burcu´nun Ay ile yakın ilişkisi vardır. Ağustos ayının ikinci yarısında ise, Sümbüle yani Başak Burcu başlar, güneş yine sıcaktır ama ısısı artık azalmaktadır. Serinlikle beraber, Türkler´in Kadın Atalar´ı türediler. Yani erkek ısınan güneşle, kadında soğuyan güneşle oluştular, erkekle kadının mizaçları, güneş ısısının durumuna göre değişir.
Eski Türkler, dünyanın eskiden çok daha hızlı döndüğünü ve bu yüzden de havaların çok daha sıcak olduğuna inanırlardı (Sibirya Vogul Miti). Astroloji´nin dört ana elementi (Ateş-Hava-Toprak-Su), Altay ve Sibirya mitlerinde pek görülmez, ilk kez Uygur döneminde tahminen İran etkisiyle ortaya çıkmıştır.
Karahanlılar, dört elementi gökteki burçlar gibi üçerden onikiye ayırmışlardı; "Üçü ateş, üçü su, üçü oldu yel, üçü oldu toprak, dünya oldu il." Türk mitlerinde astroloji birçok kültün aksine, geri plandadır. Bunun nedeni güneşe ve aya öncelik verilmesidir. Uzaysal döllenmeler mi?
Proto-Moğol mitlerinde bir kadının, gökten düşen bir dolu tanesini yuttuğu ve gebe kaldığı anlatılır. Bu kadından türeyen kavim, kutsaldır. Aynı efsane, antik Çin kaynaklarında da vardır (W. Eberhard "Çin´in Kuzey Komşuları"). Orta Asya mitolojisinin birçok yerinde gökten inen ışıklarla gebe kalan kadınlar yer alır. Ama dolu tanesinden gebe kalma öyküsü çok azdır. Daha çok Altay kökenli, Tölös, Mundus ve Kaçkar-Mundus boylarında görülür. "Cognat" yani Moğollar´ın aile sistemi olan "Anaerkil" sistemi (Türklerin aile sistemi babaerkildi) ifade eden bir Altay miti şöyledir;
"Çok eskiden büyük bir savaş olmuş ve bir kavim yok olmuş. Kurtulan genç bir kız, kaçıp saklanmış. Gide gide kalabalık ve büyük bir ülkeye gelmiş, burada karşılaştığı bir adamla evlenmiş ama sonra kızın gebe olduğu anlaşılmış. Kıza, kimden gebe kaldığı sorulmuş ama kız hiç bir zaman bir erkek tanımadığını ve evlenmediğini söylemiş ve anlatmış; ´Savaştan sonra ailemi kaybetmiş ve bozkıra doğru yürümeye başlamıştım, yiyecek arıyordum. O sırada büyük bir yağmur başladı, her yer sular altında kalınca sığınacak bir yer buldum. Sonra yağmur durdu ve yerde bir buz parçası gördüm, yağmurla beraber yere düşmüştü. Buz yuvarlanıp yanıma geldi, aldım ve elimle kırdım ve baktım ki içinde iki buğday tanesi var. Karnım çok açtı, buğday tanelerini ağzıma attım ve o anda karnımda garip şeyler hissettim sanki karnımda iki çocuk vardı.
´ Aradan zaman geçmiş ve kız zamanı gelince iki oğlan doğurmuş. Ardından kocasından da bir oğlu olmuş. Kadının kocası malını üç cocuk arasında eşit olarak bölüştürmüş. Bir deve ile bir koç açıkta kalmış. Küçük oğlan, deveye sahip çıkmış ve onun soyuna ´Tölös´ denmiş, ortanca oğlan koçu almış, onun soyuna ´Koçkar´ denmiş ve baba en büyük oğlana da ´Senin baban bir buzdu, sen Buz-Han´ın nesli sayılırsın, senin adın da Mundus olsun´ demiş. Munduslar çok türemiş, Koçkarları bilen olmamış, Tölöslar ise yasalarda örnek olmuşlar.
" (B. Y. Vladimirtsof) Ergenekon Miti´ne göre kehanet ve Yecüc SeddiArapların daha çok benimsediği iddiaya göre Hunlar, Kafkas Dağları´nda bulunan geçit kapının kuzeyinde oturuyorlardı. Büyük İskender, Hunlar güneye inmesinler diye, ordusunu alarak, Doğu Anadolu´ya gelir, Muşaş Dağı´nı aşar (Ağrı ?), Dağın ardında dağlarla çevrili büyük bir ova vardır. İskender hayret eder, oradakiler bu dağlara hiçbir insanoğlunun çıkamadığını söylerler, dağların ardında Nuh Peygamber´in oğlu Yafes´un soyu yaşamaktadır.
Bunun üzerine İskender, bu kavimlerin geçememesi için dev bir kapı yapılmasını emreder. Üçbin demirci, üçbin bakır ustası toplanır ve kapıyı yaparlar. Kapı Daryal Geçidi´ne konur. Ama İskender bir gün bu kapının da yetersiz kalacağını bilmektedir ve kapıya bir kitabe koydurur; "Bir gün gelecek ki, Hunlar bu kapıyı aşıp, İran ve Roma ülkelerini ele geçirecekler. 927 yıl sonra oturdukları yerden çıkıp, yeryüzüne yayılacaklar. Dünya daha önce olduğu gibi, onların atlarının ayakları altında titreyecektir. Kapının yapılışından 950 yıl sonra, Hun Kralı buradan geçecek ve Tanrı´nın emri ile bütün dünyayı kontrol altına alacaktır.
" Bir diğer kaynağa göre ise, kapılar devrilecek ve denizdeki kum taneleri kadar çok, gökteki yıldızlar kadar kalabalık bir ordu gelecek ve yeryüzünün her yanını ele geçirecektir, bunların arasında Hunlar da vardır. Bu örnekte, büyük olasılıkla kasdedilen güç Çin olmalıdır.
İlginç olan ise, öngörüdür. İslam kaynaklarında Büyük İskender, İskenderi Zülkarneyn adıyla kişilik değiştirmiş, askeri bir fatih kişiliğinin ötesinde, bilge bir kişilik çizilerek nedense farklılık getirilmiştir. Cüveyni´ye göre Uygurlar´ın Türeyiş MitiCüveyni, Uygurlar türedikten 500 yıl sonra, başlarına Bögü Han´ın geçtiğini, adının büyük bir kuyuya ve bir de kayaya verildiğini, orada şimdi Mawu-Balıg denen büyük bir şehrin bulunduğunu yazar. Şehrin dışındaki kayaların üzerinde bir saray resmi, altında bir kuyu, kuyunun ağzında da büyük bir taş levha vardır. Cüveyni, bunları bizzat gördüğünü ve Ögedey Kaan zamanında kayaların kazıldığını belirtir.
Taş levhanın üzerinde yazılar vardır ama kimse okuyamaz, sonunda yazıların Hıtay´da yaşayan bir kavimden gelen garip adlı kimselere ait olduğu anlaşılır; levhada şunlar yazılıdır;
"Karakurum yakınlarında iki nehir vardı (Selenge ve Toğla), aralarında ise bilinmeyen ağaç. Bir gün iki ağacın arasına gökten bir ışık indi ve dağlar büyümeye başladılar. Halk hayretler içinde kaldı ve oraya gittiler. Yaklaştıklarında kulaklarına çok güzel müzik nağmeleri gelmeye başladı. Buraya her gece bir ışık iniyor ve çevresinde otuz defa şimşek çakıyordu. Sonra aynı yerde beş ayrı çadır gördüler, her birisinde bir çocuk vardı, her çocuğun karşısında yetecek kadar süt dolu emzikler asılıydı ve çadırın tabanı tamamen gümüş kaplıydı. Herkes diz çöküp, selam verdi. Sonra çocukları alıp gittiler, çocuklar hemen büyüyüp konuştular ve ağaçların yanına gittiklerinde ağaçlar onlarla konuştu... Çocuklardan birisinin adı Bögü Tigin oldu ve Han seçildi... Bögü Han bir gece uyurken, beyazlar giymiş bir ihtiyar gördü, ihtiyar ona çam kozalağı büyüklüğünde bir yeşim taşı vererek şöyle dedi; ´Eğer bu taşı koruyabilirsen, dünyanın dört köşesi, hep senin emrin altında olacak.´ Aynı rüyayı Han´ın veziri de görmüştü, ertesi gün toplandılar ve göçmeye karar vererek Türkistan sınırına vardılar.... O kadar ileri gittiler ki, insana benzeyen garip yaratıklarla karşılaştılar. Bunların elleri ve ayakları hayvan gibiydi, o zaman bundan sonrasında insanların olmadığına karar vererek geri döndüler." (Cüveyni, Tarihi Cihan Guşa) Oğuz Destanı ve UFO´sal fenomenler "Oğuz Kağan bir yerde Tanrıya yalvarırken, birden karanlık bastı, bir ışık düştü gökten! Öyle bir ışık indi, parlaktı aydan ve güneşten! Oğuz Kağan yürüdü ışığın yakınına, ortasında bir kızın oturduğunu gördü! Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı, çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup Yıldızı!... Oğuz kızı görünce, aklı gitti beyninden, kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönlünden, kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden..." (Oğuz Destanı: 35-41) "Oğuz yolda giderken, ağzında kaldı eli, çok büyük bir ev gördü, gümüşten pencereli, duvarları altından. çatışı demirdendi, anahtarı yoktu, kapalıydı kapısı..." (Oğuz Destanı: 127-128) "Çok karanlık bir geceydi, birden parlak ay çıktı, çok karanlık bir gündü. birden bir güneş çıktı..." (Manas Destanı; Manas´ın ölüp dirilmesi) Gök renkliler, kızıl ağızlılar Oğuz Destanı´nda Oğuz Han´a zaman zaman kılavuzluk edip, yol gösteren ve Tanrı tarafından gönderilen kutsal kurttan söz edilirken, "Gök tüylü, gök yeleli" tanımı yapılır. Türk Mitolojisi´nde ve inançlarında gök rengi, örneğin gök renkli sakallı yaşlılar tanımı bilgeliği ve deneyimi simgeler. Yani gök renkliler, kutsal veya ermiş kişilerdir. Kırgızlar´da Hızır, "gök sakallı" olarak tanımlanır. Birdenbire ortaya çıkan ve aniden kaybolan ihtiyar gök sakallılar vardır, bunlara tanrının elçileri veya tanrı denir. Oğuz Destanı´nın Uygur versiyonunda, Oğuz´un ağaçtan çıkan ikinci karısının gözleri gökten daha gök rengidir. Buna karşın, Türkler´de gök rengi sadece mavi anlamına gelmiyordu, Türkler yeşile de gök rengi diyorlardı. Gök yeleli kurt deyimi, göksel kaynağı ve bilgeliği simgeliyordu. Çin kaynaklarında ise, kızıl yüzlü olarak tanımlanan kişiler, büyük mit kahramanlarıdırlar. Yine Uygurca Oğuz Destanı´nda, Oğuz´un gözleri al, ağzı ateş rengidir yani kızıldır. Manas Destanı´nda Manas doğduğunda, kızıl gözlü, gök yüzlü olarak anlatılır. Altay mitlerinin birçok yerinde, gözlerinden ateşler çıkan kutsal çocuklardan söz edilir. Sibirya mitlerinde de, gözleri ateşli, göğüsleri alev alev yanan çocuklar vardır. Bir mitte Ak Han adlı bir Han çıplak bir çocuğa raslar, çocuk Han´a yaklaşır ve Tanrı´nın kendisini ona yolladığını ve evlatlık olarak almasını ister. Sonra çocuğun ağzından alevler çıkmaya başlar ve alevler bulutları yakmaya başlarlar ve Han korkarak kaçar.Köpek insanlar ve devlerOğuz Han, kuzeydeki Karanlıklar Ülkesi´nde yaşayan Kıl-Barak Kavmi´ne karşı savaşmaya karar verir, orada yaşayan erkeklerin yüzleri köpek gibidir ama kadınları çok güzeldir. Oğuz Han Baraklar´la savaşır ve ardarda yenilir. Çare olarak askerlerini gizli bir yoldan Barak ülkesine yollar ve Barak kadınları Oğuz askerlerinin güzelliklerine dayanamayarak birleşirler ve Oğuz Han´da bu yoldan Barak ülkesine sahip olur. Köpek başlı insanlarla ilgili mitler (Kyno-Kephaloi), Eski Mısır´da da önemli bir yer tutar. Mısır´da bunları "Ani" denir ve Ay tanrısına kurban edilirlerdi. Renkleri siyahtı, , başları köpek gibiydi, dişleri köpek dişine, elleri köpek pençesine benziyordu. Dilleri yoktu ama insanların söylediklerini anlıyorlardı. Samanlarda yatıyorlar, 200 seneye kadar yaşıyorlardı. Benzer mitlere Hindistan´da raslanır, Ariler´de köpek kutsaldır ve köpek başlı insanlar Hindistan´ın soyluları olarak kabul edilirler. İbni Battuta´da Çin Hindi´ndeki adalarda yaşayan köpek başlı insanları anlatır, bunların da kadınları çok güzeldir. Burada Battuta´nın da Oğuz Destanı´ndan etkilendiği görülür. Avrupa mitlerinde ise Batı ve Kuzeybatı´da yaşayan köpek başlı Boruslar´dan söz edilir. Uzmanlara göre Borus, Prusya´dır. Oğuz Destanı´nda Han´ın, kuzeye gittiği anlatılır, öyleyse aynı kavimden söz edildiği düşünülebilir. Eski Yunan ve Bizans tarihçileri de köpek başlı kuzey kavimlerinden söz ederler, bunlar insan sesi yerine, köpek gibi havlamaktadırlar. Eski Çağ coğrafyacılarına göre dünyanın bittiği yerde büyük bir okyanus başlar ve bu okyanusun kıyısında da köpek başlı insanlar yaşamaktadırlar. Kurt, Hun Türkler´inin ve devamının herşeyi ve kudret simgesidir. Buna karşın Proto-Moğollar´da özellikle de Wu-huanlar´da köpeğe saygı gösterilirdi. Köpek genel olarak dişidir. Tibetliler soylarının köpekten geldiğine inanırlar, köpeğe saygı gösterilir, el sürülmez, öldürülmez ve tabudur. Çin kaynaklarına göre, Çin´in Kuzeydoğusu´nda köpek-barbarlar yaşarlar ve kendilerinin iki beyaz köpekten geldiğine inanarak, saygı gösterirler. Çin belgelerinde Tibetliler için "Turfan ve köpek soyu " kelimeleri yan yana kullanılır.Kafatası kişilikli ve domuzbaşlı dünyadışı yaratıklarBir Moğol kavmi olan Kitanlar´ın mitlerinde çadırlarda rastlanan insan kafataslarından, harpte koruyucu domuzbaşlarından söz edilir, bunlar Kitanlar´ın atalarıdırlar. Kitanlar´ın ataları üçe ayrılır; Birincisi kafatası şeklindedir, keçe bir çadırda saklanır ve halka hiç görünmez, kimse çadırından içeri giremez. Önemli bir olay olduğunda beyaz bir at ve boz bir öküz kurban edilir. O zaman, çadırdaki ata şekil değiştirip insan şeklinde görünür ve sonra yine çadıra dönüp kafatası olur. İkinci ata yaban domuzu başlıdır, o da çadırda yaşar, domuz derileri giyer ve önemli durumlarda ortaya çıkar ve bir gün karısı domuz derisi giysisini çaldığı için bir daha görünmez. Üçüncü atanın 20 koyunu vardır ve her gün 19´unu yer ama ertesi gün koyunların sayısı yine yirmidir ve böylece yaşayıp gider. Koca kulaklılar kimdi?Devler de sık raslanan sıradışı yaratıklardır; Ilaman Boyu´nun atalarını anlatan Er-Töştük masalında devler kulaklarının büyüklüğü ile tanımlanırlar. Han-name´de Karn-ül Bakar Dağı´ndan çıkıp Oğuz Han´a saldıran Yecüc Mecüc halkının kulakları o kadar büyüktür ki, savaşırken kanatlarına sarılırlar ve ok işlemez. Ayrıca, kulaklarından birini altına döşek gibi, diğerini de üzerine yorgan gibi serip yatan kavimlerden söz edilir (İ. H. Danişment; "Türklerle, Hint-Avrupalılar´ın Kök Birliği") Gök katları ve Türkler´de tek tanrı inancıTürkler´e göre en yukarda gök, onun altında Kağan yani Hakan, onun altında insanlar, insanların altında da yer vardı. Bu dört kat birbirlerinin üzerinde değildiler, aralarında mesafe bulunuyordu. Bu inanç, gök dinidir ve MÖ 10. Yüzyıl´dan sonra Çin´deki Chuo Sülalesi´nde de görülür. Aynı gök katları inancına, Göktürkler´de de rastlanır. Göktürk yazıtlarına göre, Tanrı Türk milleti varolsun diye İlteriş Kağan´la eşini tepelerinden tutup, "Yukarı"ya götürmüştür. Eski Türkler gökle yer arasında sürekli bir savaşa inanmazlar, ikisini bir bütün olarak görürlerdi. Göğün Tanrısal, yerin Şeytani olduğu inancı Türk inançlarına sonradan Şamanizm dönemlerinde girmiştir. Çok sonralarda yaşayan Cengiz Han bile, Camuka ve Toğrıl Han´a; "Gök ve yerin yardımıyla kuvvetim arttı..." der. Bir Altay masalında, iki silahşörden birisi ötekine; "Ne göğe, ne de yere dua et, yararı yok..." der. Daha birçok örnek verilebilir; özetle Türk Dini´nde gök iyi ruhların, yer de kötü ruhların barındıkları birer yer değildir yani evren bir bütündür. Kozmogenesis yani Yaradılışİran mitlerinde Yaradılış dört çağa ayrılır, aydınlık ve karanlık kuramları başlangıçta vardır. Yaratan ve daha üst bir kudret olan tanrı yoktur. Varoluş 12.000 yıllıktır ve dörde ayrılır, her çağ 3.000´er yıldır. Birinci Çağ, bir ruh alemidir; herşey ruhtur, hareket ve düşünce yoktur (Eflatun´un Idealar´ı gibi...), bu dönemde iyilik tanrısı Hürmüz ile kötülük tanrısı Ehrimen savaşırlar. Türk Mitolojisi´nde karşıt olarak Ülgen ve Erlik vardır ama İran´da olduğu gibi eşit değildirler. Ülgen daha güçlüdür ve Erlik´i cezalandırır. İkinci Çağ Yaradılış Çağı´dır. Hürmüz sırasıyla, melekleri, göğü, suyu, yeryüzünü, bitkileri, hayvanları ve de insanı yaratır. Altay destanlarında insan Erlik´in ta kendisidir. Üçüncü Çağ, İran´da iki büyük gücün savaş dönemidir, Altay Türk mitlerinde ise Adem ve Havva öyküsü buraya girer. Dördüncü Çağ ise bugündür. Belirgin olarak örneklenirse Yakut Türkleri´nin Yaratılış Miti´ndeki tanrısal tanımlama dikkat çekmektedir; Beyaz Yaratıcı, diğer yaratıcı ruhların çok üstündedir, büyük bir varlık ve iyi bir ruhtur, evreni o yaratmıştır, dünyayı o idare eder, insanlara yaratıcı gücü ve çocukları verir, toprağın verimli olmasını sağlar, insanlara can verir. Ama bu büyük Yaratıcı, diğer küçük tanrılar gibi insanların özel işlerine karışmaz, onların zengin olmaları için etkide bulunmaz, şahsi dilekleri dinlemez, ancak bazılarını çaresiz ölümlerden kurtarır ama bu yardımı ancak büyük efsane kahramanlarına yapar. Kısacası Eski Türkler´de Tanrı tekti ve onun altında gücü daha az olan tanrısallar vardı... Yaradılış ile ilgili çeşitli Türk mitlerinin içersinde en ilginç ve belki de çarpıcı olanı Altaylar´daki Kara Orman Tatarları´nın mitidir; "Çok eski zamanlarda Payana insana benzer birşey yapmıştı ama ona can vermek için ruh bulamamıştı. Ruhu gökte arayıp, bulacaktı. Yola çıkmadan önce, köpeğini insan şeklinin yanına koydu ve ona, gelen olursa havlayıp, haber vermesini söyledi. O çağda köpek tüysüzdü. Payana gittikten sonra Şeytan göründü ve köpeğe insan şeklini verirse, ona altın tüyler vereceğini söyledi. Köpek buna kandı ve insanı şeytana verdi. Erlik insanı eline aldı ve her tarafına tükürdü. Bu sırada Tanrı Payana ruh vermek için geri gelince, Şeytan Erlik hemen oradan kaçtı. Payana baktı ki, kendri yaptığı insan tükürük içind ekalmış ve kirlenmişti, ne yaptıysa temizleyemedi, baktı ki olmuyor tersine yüzüne çevirdi ve bu yüzden insanın için şeytanın tükürüğü ile dolu kaldı. Payana köpeğe kızdı ve dövdü ve daima kalmaya tüysüz mahkum etti."Oğuz Kağan Destanı'ndan"Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan.Yaratılış Destanı"Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi :
Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayımBu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım?Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım?"



(ALINTI)
Caner KARA



"HALA TEVEKKÜLDE Mİ KARARLISIN YOKSA?
SÜKUT NEYİ HALLEDER YARAN OYUK OYUKSA, TEVEKKÜL ALLAH'ADIR;
ZİLLETE KATLANILMAZ, YA HAYAT YA ÖLÜM, BUNUN ORTASI OLMAZ

TÜRK Mitolojisinde Orta dağlar









“Yeri basan, tutan dağdır;


Halkı basan, tutan Handır!“


Türk Atasözü


1. TÜRKLERİN KUTSAL DAĞLARI

Büyük dağlar, diğer medenî milletlerde olduğu gibi, Türklerin kalplerinde ve dolayısı ile dinî inanışlarında yer tutmuştur. Zirveleri gökleri deler gibi yükselen ve başları bulutlar içinde kaybolan dağlar, sanki Tanrı ile konuşur ve ilgi kurar gibi görünmüşlerdi. Göğün direği dağ, yeri bastıran dağ ve Tanrıya giden en yakın yol da yine dağ idi. Bu sebeple, “Ortaasya’daki dağların çoğu, Tanrı ile ilgili adlar almışlardı”. Bu, yalnız Türklerde değil; Çin’de, Hint’de, İran‘da ve Sami dünyasında da böyle idi. İranlıların Elbûrz dağları, Hint mitolojisinin Himalayaları (Himavat), Çinlilerin Kuan-Iung ve Ki-lien sıra dağları ile Tûr-ı Sina, Kafkas dağları, dünya mitolojisinin ana motiflerini teşkil ederler.Büyük dağlar, Türk mitolojisinin de en önemli motifleridirler. Her Türk efsanesinde bu kutsal dağlar, açık veya kapalı bir şekilde karşımıza çıkarlar. Uygurların ataları olan Kao-çı Töleslerinin menşe efsanesinde, “Hakan, kızlarını Tanrı ile evlenmeleri için bir dağ üstüne kor ve küçük kız, bu dağ üzerinde erkek bir kurtla evlenerek yeni nesiller meydana getirir”. “Erkek kurt” bu efsanede, Tanrının sembolünden başka bir şey değildi.Göktürklerin menşe efsanesinde ise, “Dişi kurt, çocuğu alarak Turfan’ın kuzey batısındaki bir dağa gitmiş ve orada bulunan, bir mağaradan içeriye girmişti. Bu mağara da, yer altı dünyasına giden bir yoldu”. Bu yollar, umumiyetle yine böyle kutsal dağlar içinde bulunurdu. Büyük Ortaasya İmparatorluklarının başkentlerinin kurulduğu “Ötügen dağları” da, böyle kutsal dağlardan başka bir şey değildi.Uygurların “Kut-Dağı” da çok meşhurdur. Ayrıca Uygurların menşe efsanesinde, “Gökten ışık, iki ırmak arasındaki bir dağ üzerine inmiş ve Uygurların soyları bu yolla türemişlerdi”. Göktürklerin, doğudaki büyük sıradağlara “Kadır-Kan” demelerinin sebebi, yine dinî sebeplere dayanıyordu.
Oğuz Destanı’nda ise, durum bambaşkadır. Oğuz-Han’ın kendi öz yaylaları olan, “Or-Tag” ve “Kür-Tag”lar, gerçek mitolojik çehrelerini kaybetmişlerdir. Fakat adlarından da anlaşılacağı üzere, onlar da Oğuzların kutsal dağları idiler. Oğuz Destanına göre, Oğuz-Han bütün dünyayı zapt etmişti. Onun başkenti ve ordugahı olan Or ve Kür dağlar da, tabiî olarak dünyanın ortası olacaktı. “Kazılık” dağı da Oğuzların dağlarından biri idi.
2. TÜRKLERE GÖRE “DÜNYA DAĞI”
X. ve XI. yüzyıllarda, büyük devlet kuran Türkler, oldukça realist bir düşünce içine girmişlerdi. Böyle gerçekçi, bir düzene girmelerinde, şüphesiz ki İslamiyet’in de büyük tesirleri olmuştu. Buna rağmen, Türk atasözlerinde ve şiirlerinde eski inançların izleri de görülmüyor değildi. Şu eski Türk atasözü konumuz bakımından büyük önem taşımaktadır.“Yer basrukı tag, budun basrukı beg”, yani “Yerin baskısı dağ, budunun baskısı ise, bey veya hükûmdardır”. Bu eski atasözünü, başka bir şekilde de türkçeye aktarabiliriz: “Yeri tutan dağ, milleti tutan ise beğdir”. Bu atasözüne göre, “Eğer dağlar olması idi, yer olamayacaktı. Belki de dağılıp gidecekti. Tıpkı hükûmdarların toplumları tuttuğu gibi”. Tabiî olarak bunu yapan da Tanrı idi. Bu konuda başka bir atasözü de şöyle diyor: “Tengri, tag birle yerig basurdı”. Yani “Tanrı, dağ ile yeri bastırıp daha sağlam yaptı”. Dağa kişilik veren Türk inançları da çoktur. Yeri geldikçe bu konu üzerinde de duracağız. Yalnız, bugün de söylediğimiz bir atasözümüzü, bin sene önceki söylenişi ile, vermeği de faydalı buluyoruz:
“Tag tagka kavuşmaz, kişi kişiye kavuşur”.
“Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur”.
Türklerde dağlar hakkında pek çok deyimler vardır. Bunların hepsini burada inceleyecek değiliz. Ancak güneş görmeyen, bin sene önceki deyimle “kuz dağları”, “Kutsal ardıçlı (Arduçlıg) dağlar”, Türk mitolojisinde ve masallarında büyük bir yer tutuyorlardı.Türk mitolojisindeki “Altındağ”lar da inceleyeceğiz. “Gök-Tepe”, “Ala-Dağ” gibi, kutsal renkler taşıyan dağlar da yok değildir. Fakat dağlar, Türk edebiyatında genel olarak “kara” renkle anılırdı. Dede Korkut kitabında dağlar için söylenmiş iki güzel soylamayı burada almağı, faydalı görüyoruz:
1. Kara tağum, yükseği oğul!
Karangulu gözlerin aydını oğul!
2. Kara tağum, yükseği oğul!
Kanlı suyım, taşkunı oğul!
Altay ve Sibirya masallarında Türk bahadırları anlatılırken, değil bütün vücutları; baldır ve bacakları bile, dağlara ve dağ sağrılarına benzetiliyordu.
“Türk halk edebiyatında, Dünya dağı”:Hiç Şüphe yok ki, Anadolu’ya gelen Türklerde, eski Ortaasya mitolojisinin gökleri delen Altındağ veya Akdağ‘ları kaybolmuş ve onların yerini, “Kaf dağı” ile “Tur” dağları almıştı. Zaten, efsanevi eski Türk dağları da mitolojide, Önasya’nın bu dağlarının birer paralellerinden başka bir şey değil idiler. Nitekim Yunus Emre şöyle diyor:
“Kaf dağı zerrem değil Ay ve Güneş bana kul,“Ben kuş dilün bilürüm söyler Süleyman bana!”
“Kuş dilini bilme”, yalnız İslamiyet’ten sonra değil; çok önceleri de Türk mitolojisinde yaygındı. Fakat Yunus, aynı zamanda İslamiyet’i de çok iyi bilen, bilgin bir insandı. Deyimleri ise, eski yüzyılların Türkçesi idi. Fakat fikirleri, İslami düşüncelerin en derinlerinden geliyordu.Ermişlerin yükseldikleri dereceler de, “dağ” ve “yayla” deyimleri ile tarif ediliyorlardı. Meselâ Hatayî, yani Şah-İsmail’in bir şiirini, buna örnek olarak verelim: “Çıktım Kırklar yaylasına,“Çağırdım üçler aşkına,
“Yüzümü yerlere sürdüm,“Yediler, kırklar aşkına!”
“Tûr-ı Sin’” dağı için, Türk halk edebiyatında söylenmiş mısralar sayısızdır. Özellikle, Bektaşîlerin “Devriye”lerinin hemen hemen hepsinde, bu dağın adına rastlanır. Bunlar arasında en arı Türkçe ile yazılmış Muhyiddin Abdal‘ın bir şiirini örnek olarak verelim:“Güller açılır çağında,“Kevser ile Tûr dağında,“Bülbüller öter bağında,“Koyun bile güttüm ben!”
“Kaf dağı”, büyüklük ve yüksekliğin sembolüdür. Fakat mitolojiktir. Bu sebeple, İslami edebiyat Kaf dağı yerine Tûr dağını tercih etmiştir. Çünkü bu dağ, Tanrı ile ilgi kuran bir dağıdır. Mutasavvıflar, ermişliğin yüceliğini de Tûr dağına benzetirlerdi. Meselâ Seyyid Nesimi şöyle diyor:
Musa benim kim Hak ile daim mün’cat eylerim,Gönlüm tecelli Tûr’udur anın çün Tûr olmuşum. Tabiî olarak bu, “Tecellî ve Südûr” nazariyesine göre söylenmiş bir şiirdir. Türk mitolojisi ile ilgisi yoktur. Fakat Sibirya ve Altay’daki Türk masallarında da, “İnsanlar kendilerini kutsal ve büyük dağlar gibi yüceltmeğe çalışmışlardı”.
Türk düşüncesinde dağ ve tepeler, her şeyin ortası ve yerin düğümüdür. Nitekim bir Erzurum atasözünde de şöyle deniyordu: .“Kırk dereyi, bir tepe keser”
“Dünya Dağı düşüncesinin astronomik temelleri”:Yer ile göğün, ya bir demirdağ veyahut da demir bir ağaçla birleşmiş olduğu hakkındaki düşünceleri, muhtelif bölümlerimizde incelemiştik. Bu inanışlara göre, dünyanın ortasından bir dağ yükseliyor ve kutup yıldızına kadar varıyordu. Bu konuları “Kutup yıldızı” ile ilgili bölümümüzde incelemiş ve bu yıldıza Türklerin, niçin “
Demir-Kazık” dedikleri üzerinde durmuştuk. Bazı Ortaasya kavimlerine göre ise, “Bu dağın tam tepesinde, Tanrının altın tahtı bulunurdu”. Türklerin kutsal yönleri doğu idi. Fakat Ortaasya ve Sibirya kavimleri arasında, “kuzeye tapınanlar” da yok değildi. Bunu sebebi de, Kutup yıldızının kuzeyde olmasından ileri geliyordu. Kuzey-Batı Sibirya’daki Türklerle ve bilhassa Macarlarla akraba Ostyak kavimleri, Kutup yıldızına “Demir Kazık Baba” derlerdi. Bundan dolayı da senenin belirli zamanlarında Kutup yıldızına kurban verirlerdi. Bu daha çok, Hint mitolojisine dayanan bir inançtır. Hint mitolojisine göre, dünyanın ortasından, tanrılara kadar yükselen “Sumeru” adlı büyük bir dağ vardı. Eski Hint metinleri zaman zaman bu dağa “Sumer-Baba” adını da verirlerdi.


3. ALTIN DAĞ VE AKDAĞLAR
“Türk mitolojisindeki Altındağ”:

Yüksek dağlar Tanrıların yeri olara kabul edilirdi. Bu inanış, Türkler arasında çok yayılmıştır. Bu konu ile ilgili kayıtları, eski İran kaynaklarında bile bulabiliyoruz. Biliyoruz ki eski Türkler, ölen Türk büyüklerini, yüksek dağ tepelerine gömerlerdi. Altay dağlarındaki rastlanan kurganların çoğunun, yüksek dağlarda bulunmasının bir sebebi de bu idi. Bazı dağlar da, böyle Türk büyüklerine mezarlık ettikleri için şöhret bulmuşlardı. Meselâ Göktürk yazıtlarının bahsettiği “tinesi oglı yatıgma tag”, yani “Tinesi Oğlu’nun yattığı dağ”, bunlardan birisidir. Eski Türkler, çok yüksek dağlara “Kan” adını verirlerdi. Uygur iline yakın, çok yüksek bir dağa da“Altun-Kan” derlerdi. “Altın” gibi dağlardan da, çok söz edilirdi. Göktürk yazıtlarında da böyle dağlar vardır.“Altındağ” motifi bütün incelikleri ile, yalnızca Altay Türklerine ait mitolojik masallarda görülür. Onlara göre, “Gök kubbesinin altında, som altından yapılmış bir dağ vardı. Fakat bu dağın tabanı ve etekleri, yeryüzüne kadar inemiyordu. O, gökler âlemi ile ilgili ve göklerin bir dağı idi. Büyük Tanrı Bay-Ülgen, yeryüzünü yaratırken, bu dağda oturmuş ve yaratılışı, Altındağ’dan idare etmişti. Altındağ’ın üzerinde, ay ile güneşin ışıkları daima parlar ve gece denen şey, hiç görülmezdi”. Bazı masallarda bu dağın çöktüğü, ve bu yüzden dünyanın gölgelendiği de söylenirdi. Kuzey-Doğu Asya’ya gidildikçe bu inanç, daha da iptidaileşir ve Amerika yerlilerine kadar uzanır. Doğu, Sibirya’daki Goldlara göre, “Bu dağ taştan yapılmış imiş, bunun için insanlar, bir gün bu dağdan bir taş düşecek diye, korkarlarmış. Tanrı, bu dağın insanlar tarafından görülmesini hoş görmemiş ve gözlerden gizlemek için, hava tabakasını yaratmış. O zamandan beri bu dağı yer yüzünden bir daha gören olmamış”.
“Türk mitolojisindeki Akdağ”: Akdağ, Türk yer adları arasında, en çok görülenlerden birisidir. Az yukarıda da gösterdiğimiz gibi, Türk dilinde ve edebiyatında dağla beraber kullanılan renk daha çok, kara idi. bir dağ, ne kadar beyaz olursa olsun, yine de toprak rengindedir. Bir dağa eğer “Ak” denmişse, onda manevî bir sebep aranmalıdır. Uzun zamandan beri dış âlemle ilişkilerini kesmiş ve dış tesirlere karşı kapılarını kapamış olan Yakut Türklerine göre,“Tanrı bembeyaz ve ap ak bir dağ üzerinde oturmuş. Dağın tam zirvesine kurduğu tahtına ise, üç basamaklı gümüş merdivenle çıkılırmış”. Yakut masallarında “Tanrı, süt akında 7 katlı, beyaz dağ üzerinde tahtını kurmuş oturuyor”, tekerlemeleri, sık sık görülen şeylerdendir. Yakut Türkleri, vaktiyle kuzeye göç etmişler ve yeni yurtlarını, Kuzey buz denizine yakın yerlerde kurmuşlardı. Bu sebeple, güneydeki Türk âlemi ile ilişkileri, hemen hemen hiç kalmamıştı. Güney Sibirya’daki, meselâ Abakan Tatarlarının ise durumu böyle değildi. Eski Kırgızların torunları olan bu Türkler, daima Türkçe konuşmuşlar ve Türk âlemi ile, ilişkilerini kesmemişlerdi. Onların dünyayı görüş ve anlayışlarına göre, “Kuzeyde büyük bir okyanus vardı. Efsanevî büyük hakanlardan biri olan Ak-Han, bu büyük denizin kenarındaki Akdağ’ın eteklerinde, denizin köpükleri yanında oturur ve bu kutsal denizden de su içerdi”.Dede Korkut kitabındaki; masal tekerlemelerine benzeyen, şiir halindeki bu sözlerde, dış tesirlerin bulunması pek muhtemel değildir. Bunlar, yeni meydana gelen bir düşünce düzenini değil; halk dilinin, insan ağzının, asırlardan beri söyleye söyleye, meydana getirdiği verilerdir.
4. KUTSAL DEMİRDAĞ“Türk mitolojisine göre dünyanın ortasından yükselen Demirdağ”:

“Ergenekon” efsanesini incelerken, “Demirdağ” motifi üzerinde özel olarak durmuştuk. Aynı konuyu burada yeniden inceleyecek değiliz. Bu Demirdağ’dan, birçok Türk kaynaklarının söz açtığı bir gerçektir. Aynı zamanda Ergenekon da, bu demirdağdan başka bir şey değildi. Fakat bu dağın, dünyanın ortasından yükseldiğinden ve dünyanın direği ile göbeğinin, bu dağ olduğundan, pek az kaynak bahseder. Eski Kırgızların torunları olan Abakan Tatarları ise kendi masallarında, “Bu dağın, dünyanın ortasında bulunduğunu ve dünyanın göbeğinin de, burası olduğunu” açık olarak söylerler.
“Dünyanın ortasındaki dağın katları”:
Dünyanın ortasından yükselen, böyle bir dağın varlığı ile ilgili olan inanışların, dağlarda ve yaylalarda yaşayan, at yetiştiren Türkler ve Türk mitolojisi için, yerli bir motif olması çok muhtemeldir. Çünkü aynı düşünce, Hint, Babil ve Avrupa mitolojilerinde de vardır. Bütün bunlar için bir tek kök aramak, meselâ Tevratın Tûr-ı Sina’sının, Hintlilerin Sumeru dağından geldiğini söylemek, herhalde doğru bir şey olmasa gerektir. Türk mitolojisinde durum, biraz daha başkadır. Daha başlangıçlarda, her Türk halkına ait böyle kutsal bir dağın bulunduğu kutsal bir gerçekti. Zaman geçtikçe, güneydeki büyük dinler Ortaasya’ya da sızmağa başlamış ve zaman zaman, türlü şekillerde tesirlerini göstermekten geri kalmamışlardı. Müslüman Türkler, kendi eski kutsal dağlarını, Kaf dağı ile birleştirirlerken; Budist Türkler de, Hint mitolojisinin Sumer ve Meru dağlarının özelliklerini almışlardı. “İran tesirleri ise, kendilerini Türklere, Budizm ve İslamiyet’ten çok daha önce kabul ettirmeğe muvaffak olabilmişlerdi”. Altay mitolojisine göre, “Bu dağ üzerinde 7 Kudai bulunuyordu”. “Kudai” sözü de Türklere, İran‘dan girmiş bir deyimdir. Batı Sibirya ile, Batıdaki Türk folklorunda, daha çok “Yedi” rakamının yaygın olduğunu söylemiştik. Bu sebeple Batı bölgelerinin halkları, “Bu dağın, ‘Yedi kat’ olduğuna inanırlardı”. Bu inanış da, İran-Türk kültür ilişkilerinin bir sonucudur. Moğollarda ise durum daha değişiktir. Onlar daha ziyade bu dağın 3 kat olduğuna inanırlardı.
“Yaratılış destanlarında Dünya dağı”:Güney Sibirya Tatarlarının bazı efsanelerine göre, “Dünya henüz daha yaratılmadan önce, yalnızca küçük bir tepe varmış. Bu tepe, yavaş yavaş büyüyerek, yerle göğü birleştirmiş ve etekleri de yeryüzü olmuş. Türk halkları arasında bu dağa ‘Temir-Kazık’ diyenlerde varmış”. Bu inanışta, hafifçe de olsa, Hint mitolojisinin tesirlerini görmüyor değiliz. Fakat yerli an’ane, Hint tesirlerini kendi içinde eriterek, kaybetmiştir. Buna karşılık Buryat Moğollarında, Hint ve Çin mitolojileri birbirlerine karışarak, yepyeni bir kompozisyon meydana getirmişlerdi. Onlara göre, “Dünyanın türeyişinden önce, Tanrı bir kaplumbağa yaratmış. Kaplumbağanın üzerinde de, bir dağ peyda olmuş ve yavaş yavaş büyüyerek, Sumeru dağını meydana getirmişti. Kutup yıldızı bu dağın üzerinde dururmuş. Kaplumbağanın her ayağı ise, dünyanın dört bölgesini meydana getirmiş”. Bu inanışta, Kutup yıldızının durumundan başka, diğer motiflerin hepsi, dışarıdan gelmiş inançlardır. İran mitolojisine göre de, “Elburz dağı” diğer dağların hepsinin “Anası” idi.
5. KUTSAL DAĞLARIN “BİR İNSAN GİBİ” DÜŞÜNÜLMESİ

“Türkler büyük dağlara kişilik verirlerdi”:Dede Korkut kitabında şöyle deniyor: “Karşı yatan kara tağun; yıkılmış idi, yüceldi ahır”.Göktürk yazıtları da şöyle diyor:“Süngükin tağça yattı; Beglik uri kul boldı”, yani,“Kemiklerin dağ gibi yattı; beğliğe yaraşır soylu oğlun, köle oldu”. Dağın yatması, yıkılması, yücelmesi veya insan kemiklerinin dağ gibi yatması, hep Türk mitolojisinin ifade özelliklerindendir. Manas destanında, “Dağların büyük bahadırlar gibi, bahadırların da bir dağ gibi görülmesi”, hemen her sahifede geçen özelliklerdir. Hint mitolojisinde Buda da, Himalaya dağları gibi görünürdü. Zaten bu dağlar Buda’nın; Buda da, bu dağların sembolü idi.Büyük devlet kurmuş ve yüksek bir toplum hayatı yaşamış Türk halklarında, dağların kişileştirilmesi (Animizm), ancak böyle edebi bir benzetme şekline girmişti. Aslında ise, “Altay dağlarındaki Katun, yani Hatun, Bey v.s. gibi adlar, yalnızca birer coğrafya ve yer adlarından ibaret değil idiler. Bu dağlar, tıpkı insan gibi konuşan, duyan, evlenen, çoluk çocuk sahibi olan, ruhlar gibi düşünülüyor ve efsanelerde de böyle geçiyorlardı”. Şaman dualarında ve şiirlerde, bu dağların adları geçtikçe, bunların insan mı; yoksa dağ mı olduklarını anlamak, âdeta çok güç bir konu haline geliyordu. “Dağlar birer ruh ve ruhlar da dağ haline girmişlerdir”. Bunlar eski animizmin birer hatıraları idiler. Dağlara “Han- Tanrı, Kayrakan, Othon- Tenggere, Buzdağ- Ata” v.s. gibi, kutsal adların verilmesinin sebeplerini de, yine bu eski hatıralarda aramak lazımdır.
“Altay dağları, bir Han gibi görülürdü”:
Altay bölgesinde söylenen masallarda ve özellikle Şaman dualarında, Altay dağlarının adı geçtikçe, onlara Han (Kan) dendiği görülürdü. Onlara göre “Altay dağlarının tümü kutsal idi. İçlerinde herhangi bir tepe, bütün Altayları temsil edemezdi. Göğe yükselen zirvelerin hepsi birden, Tanrı yerine kadar uzanıyorlardı. Büyük Tanrı Bay-Ülgen’in oturduğu Altındağ’ın, Altay dağları olması da çok muhtemeldi”. Altay dağlarının adını anarak, ona kurban veriyorlar, dileklerde bulunuyorlar ve ondan sonra da ağlayıp yalvarıyorlardı.
“Altay dağlarına ‘Kayın babamız’ da derlerdi”:Es ırmağının kenarındaki Sakçak dağlarında yaşayan Sagay gelinleri, bu dağları kendi kayın babaları gibi görürler ve “Kayın babamız” derlerdi. Türk yer adlarında, “Ata” sıfatı ile biten, pek çok da dağ adları vardır. Bunlardan çoğu, üzerlerindeki yatırlardan dolayı bu ismi almışlardır. Bir çoğu için de “Ata” sözü, dağın adı ve ünvanı gibi kullanılmıştı. Uygur ve Göktürklerin ataları da, ya dağ üzerindeki kayından veyahut da mağaradan türemişlerdir. Hıtay (Liao) devletinin Ata- Mabedleri de, Mu-yeh dağının üzerinde bulunurdu. Fakat dağın bizzat bir ata olarak görülmesi Ortaasya’da çok az rastlanan inançlardandı. Yalnızca Altay bölgesinde, Miras Suyunun kenarındaki Kölin dağına, bazı Altay Türklerinin “Törediğimiz dağ” dedikleri duyulmuştur. “Dünya dağını temsil eden yapma tepecikler”:
Toprak veya taşların yığılması yolu ile meydana getirilen bu höyükler, Sümerlerin Zikkurat’ların hatırlatırlar. Türk ve Moğol kavimleri yaptıkları bu tepelere “Oba” derlerdi ve bunun için de bu inanışa, “Oba kültü” denmiştir. Bu inanışa göre, “Obalar, bozkırlarda topraklardan ve dağ geçitlerinde ise, taşların yığılması ile meydana getirirlerdi. En ufak bir tepecik bile bulunmayan geniş bozkırlarda, bu tepecikler kutsal bir dağ yerini tutar ve bunun üzerine çıkarak, ibadet ederlerdi. Bazı Ortaasya kavimleri ise, böyle bir tepe yerine, sırf ibadet etmek için bir çadır kurarlardı. Kurbanlarını bu çadır içinde sunarlar ve dualarını da aynı yerde yaparlardı. Bu sebepten dolayı, böyle çadırlara da yine Oba adını verirlerdi”. “Moğolların yaptıkları Obalar”, büsbütün Hint Pagoda’larına benzerdi. Bu höyükler, genel olarak su kenarlarındaki bir yere, taş ve topraktan yapılırdı. Höyüğün üzerine de, at takımları ile elbise ve yiyecekler konurdu. Höyüğün tepesine bir ağaç dikilir ve kenarlarına da süsler asalırdı. Umumiyetle yay, ok, kılıç gibi, kendilerinin kullandıkları günlük silâhlar konurken; bunların yanına Garuda kuşlarına ait figürlerin konması da ihmal edilmezdi. Bazı Moğol obaları ise, oldukça büyük ve adeta Pagoda’lar gibi yapılmıştı. Bu obalar genel olarak “12 seki”den meydana gelirdi. Bunlar dünyanın “Oniki bölümü”nü temsil ederlerdi. Çin’de de dünya ve bütün devlet teşkilatı “12 bölüme” ayrılmıştı. Bu düşünce düzeninin, Çin’den geldiğine hiçbir şüphe yoktu. Höyüğün orta yerine ise, sivrice yapılmış ve bir dağ zirvesi şekli verilmişti. Onlara göre bu da, “Sumeru” dağından başka bir şey değildi. Bu âdetlerden de açık olarak anlaşılıyor ki, eski Ortaasya âdetleri ile Çin ve Hint mitolojileri birleşiyor ve yepyeni bir düşünce kompozisyonu meydana geliyordu.Bir Altay efsanesi de, başlangıçta tıpkı Altay Türklerinin yerli türeyiş efsaneleri gibi başlıyordu. Fakat az sonra, Budist safsataları konuya hakim oluyor ve yerli motifleri âdeta ortadan kaldırıyorlardı.
6. KUTSAL DAĞLAR İÇİN YAPILAN “TÖRENLER”

Kutup Yıldızı
“Göğün kapısı” da olan kutup yıldızı, hem kutsal ve hem de, bütün gezegenlerin başladığı bir “Demir kazık” idi. Uygurlar bu yıldıza daha büyük bir saygı göstererek, ona “Altın kazuk” demişlerdi. Kutup yıldızı parlaklığın bir sembolü idi.”Kutup yıldızının bulunduğu yerden veya gök kubbesinde meydana getirdiği kapıdan, Tanrı insanlara şefaat eder ve Kamlar (Şamanlar) da bu delikten Tanrı ile ilgi kurarlardı. Bu kapı, insanlar dünyası ile, gökteki ruhlar dünyasının bir sınırı idi”. Bu sebeple bu yerin, diğer yıldızların deliklerine nazaran, ayrı bir kutsallığı vardı.
“Dağ başlarında Tanrıya tapınma”:Etnograflar Ortaasya halkları arasında yaygın olan “Dağlara tapınma” hakkında önemli yazılar yazmışlardır. Bu yazılar içinde, dağlar üzerinde yapılan törenler de toplanmıştır. Bu yazıdaki bütün bilgileri buraya aktaracak değiliz. Bizim aradığımız şey, daha çok şimdiye kadar söylenenlere bazı yeni bilgiler katmak ve meseleyi, daha açık bir şekilde ortaya koymaktır. Çin kaynakları, Göktürkler hakkında bilgi verirlerken, Göktürklerin atalarının, Altay sıradağlarından biri olan büyük bir dağın eteklerinde oturduklarından söz açarlar. “Bu dağın zirvesi tıpkı bir miğfere benzermiş”. Yine aynı kaynaklara göre, “Göktürklerin bu dağla ilgileri olduğu için, adlarını da yine bu dağdan almışlar imiş”. Cengiz-Han çağındaki meşhur Burkan- Kaldun dağının Moğollar arasındaki şöhreti, bu konu ile az çok ilgilenmiş herkes için, bilinen bir şeydir. Cengiz-Han sıkıldıkça, “Bu dağın üzerine çıkar ve güneşe selam verirdi.” Altay dağlarında yaşayan Beltir Türklerinin dağ tepelerinde yaptıkları kurban törenleri, Türk kültür tarihi bakımından büyük bir önem taşıyordu: “Beltirler, kurban törenine başlamadan önce, doğuda ve batıda olmak üzere, iki büyük ateş yakıyorlardı. Doğudaki ateşe, ‘büyük ateş’ (Ulugot), batıdaki ateşe ise, ‘Küçük ateş’ (Kiçik-ot) derlerdi”.Doğu’nun kutsallığı ve önemi bu törende de ortaya çıkmaktadır: “Göğe yükselen bu ateşlerin dumanları, Tanrıya bir nevi haber götürürlerdi. Bundan sonra tören başlar ve beyaz bir koç kesilirdi. Koçun etleri parçalandıktan sonra, bir kısmı yakılarak, dumanları ve kokusu Tanrıya gönderilirdi”. Kurban edilecek at ve koçların, “Beyaz” renkli hayvanlardan seçilmesi de, eski bir Türk âdetidir. Manas destanında ise, kesilen kurbanların genel olarak, “Sarı” kısraklardan seçildiği görülür. Bu yeni inançların da, Çin tesirleri ile meydana gelmiş olmaları çok muhtemeldi.
7. YER KUŞAĞI“Dünyanın kuşağı” olan dağlar:Bu inanca daha ziyade, Türk kültürünün akraba batı kanadı olan Fin-Ugor kavimlerinde rastlıyoruz. Mesela Ural dağları bölgesinde yaşayan Türk ve Fin halkları, Ural dağlarını “Dünyanın kuşağı” olarak kabul ederlerdi. Onlara göre, “Ural dağları, dünyayı baştan başa saran, taş bir kuşaktan başka bir şey değildi”. Bunun için Ruslarda Ural dağlarına “zemnoy poyas”, “Yer kuşağı” derlerdi. Türkler arasında şimdilik bu konu ile ilgili fazla bir bilgi bulamadık.
“Uygurların ‘Yeşil yeşim taşı dağı’ ile Kaf dağı arasındaki benzerlikler”:“Kaf-Dağı” da Önasya mitolojisinin en önemli bir motifidir. Kaf dağı hakkında rivayetler pek çoktur. Fakat en köklü mitolojik kaynaklara göre Kaf dağı, “Dünyayı çeviren büyük bir silsile” idi. Bu konuyu “Yer kuşağı” ile ilgili bölümümüzde inceledik. Yine rivayete göre, “Kaf dağının etrafını da büyük bir okyanus çevirirmiş. Yeşil bir zümrütten yaratıldığı” da söylene gelen rivayetlerden biridir. Bu bakımdan, Uygur efsanesindeki “Yeşil yeşim” dağı ile aralarında bir bağ olsa gerekir. Mütercim Asım Efendi Kaf dağı için şöyle diyor: “Her sabah güneş çıktığı zaman yeşil ve mavi görünürmüş. Göğün her zaman mavi görünmesinin sebebi de, bu şuaların göğe aksetmesinden ileri gelirmiş. Bu renk, Bahri Muhite de aksedermiş ve deniz de bu rengi alırmış”.“Yedi iklim” ve “Yedi bölge” de, hep Kaf dağına göre ayarlanırdı. Babil’de de, “7 altındağ zinciri” ile “7 gezegen burcu”ndan söz açılırdı. Budizm’deki Pagoda’lar da bir nevi dünya dağının sembolü olarak yapılıyordu. Budistlere göre Pagoda, temsili olarak Kutup yıldızına kadar uzanıyordu.
Türklere komşu olan kavimlerde “Dünya dağı”:İranlılara göre “Elburz” dağları, büyük yaratılışın 18. senesinde yaratılmıştı. Aradan bir sene geçtikten sonra, yavaş yavaş diğer dağlar da ondan çıkmaya başladılar ve bu yolla Elburz bütün dağların anası olmuştu. Hürmüz’ün Kanunlarını ilan ettiği yer de , yine Elburzların üzerindeki bir zirve idi. Bu bakımdan, İran mitolojisi ile Tevrat arasında bir benzerlik vardır. Bildiğimiz üzere, Musa da “Şerati”ni Tür-ı Sina dağı üzerinde ilan etmişti. Bunun için büyük dağlar İran mitolojisinde, “bilgi ve faziletin bir sembolü” gibi idiler. Gerçi Elburz dağları, iyilik Tanrısı Hürmüz’ün bir yurdu gibi görülürdü. Fakat Hürmüz’ün yanında, kötülük Tanrısı Ehrimen’in de adamları yok değildi. Bu bakımdan dağlar, iyi ruhlarla birlikte, kötü ruhların da gezindiği, kutsal, fakat korkunç bölgelerdi. Bazı eski İran metinlerine göre Elburz’un etrafı da, tıpkı Kaf dağı gibi büyük bir “Okyanus” ile çevrilmişti.Hindu ve Buda dini mitolojine göre “Sumeru” veya “Meru” dağı, Tanrının oturduğu bir yer idi. Tanrı dünyayı yaratırken, bu dağ, çok önemli bir rol oynamıştı. Onlara göre yukarıda, bir çok gökler vardı ve göklerin hepsi de, Meru dağının üzerine kurulmuştu. Yeri tutan da, yine Meru dağı idi. Bu dağ aynı zamanda Buda’nın da bir sembolü idi. “Buda, bu dağın şekli ile görünürdü”. Bundan sonra artık dağın etrafında, yeryüzü çevrelenirdi. “Yedi çevre”den meydana gelen yer yüzünden sonra, “Dış çevre” gelirdi. Bu dış çevre de,“Sekiz bölge”den meydana geliyordu. Dış çevrenin dışında da “Dört kıt’a” vardı. Onlara göre güneş, ay ve yıldızların hepsi, Meru dağının etrafında dönerlerdi.Sumeru dağı, adı ile birlikte Altay ve Moğol Şamanizmine de girmiştir. Türk ve Moğol halkları bu dağa zaman zaman “Sumbur, Sumur, Sumer” adları vermişlerdir. Hint mitolojisinin bu kutsal dağı, aslında Himalaya dağlarından başka bir şey değildi. Babil kozmogonisine göre de, gök ve dünya, bir dağ üzerine kurulmuştu. Avrupa’daki Kelt mitolojisinde de, böyle kutsal bir dağ vardı “Güneş sütunu veya direği” adını verdikleri bu dağ, Ron nehri kıyılarında bulunur ve güneşle ay da, onun etrafında dönerlermiş Yunan mitolojisindeki “Ossa” dağının önemi de, herkesçe bilinen bir şeydir. Tevrat, “Ararat” yani Ağrı dağına fazla önem vermişti. Avusturalya yerlileri ise dağ tepelerinin, göğe sokulmuş bir yer ve Tanrı ya da en yakın bir yol olduğuna inanır ve böyle anlatırlardı.
Bahaeddin ÖGEL

1 Mayıs 2008 Perşembe

Gök-Türkler’in Sonu




Yayin Tarihi 21 Nisan, 2008 Kategori TÜRK DÜNYASI

II. Gök-Türk Devleti’nin sonu yani Bilge Kağan’ın ölümünden yıkılışına kadar olan devre müstakil bir çalışma olarak ele alınmadığı gibi çeşitli araştırmalarda sadece bir kaç cümle ile değerlendirilmiştir. Bunun sebebi hiç şüphesiz yaklaşık on yıllık zaman dilimini ihtiva eden 734-744 yılları arası ile ilgili kaynakların az bilgi vermesidir. Bilindiği gibi, Orhun Abidelerindeki bilgiler Bilge Kağan’ın ölümüyle kesilmektedir. Diğer taraftan, her zaman Gök-Türk tarihi hakkında zengin malzeme taşıdığını söylediğimiz Çin kaynakları da artık yetersizleşmektedir. Sadece CTS 194A ve HTS 215B’nin yanında Wang Chung-ssu adlı bir kumandanın biyografisinde bir sayfayı geçmeyen bilgiler vardır. İmparator kayıtlarında da (Pen-chi) bir kaç cümle bulunmaktadır.
Çin kaynaklarında Gök-Türklerin bu devresiyle ilgili bilgilerin azalmasının sebebi, artık Çin’deki T’ang hanedanı için bir tehlike olmaktan çıkmaları, daha çok siyasi ve benzeri ilişki kurmalarıdır. Eğer aksi olup savaş vesair hadiseler meydana gelse şüphesiz kaynaklardaki bilgiler çoğalırdı. Zaten 723 yılından sonra II. Gök-Türk Devleti ile Çin’deki T’ang hanedanı arasında barış yapılmış ve uzun sayılabilecek bir süre savaş çıkmamıştı.

Kaynaklardaki bilgilerin az olması bize tarihimizin söz konusu devresini incelememe yahut bir iki cümleyle geçiştirme hakkı vermemelidir. Bunu düşünerek konuyla ilgili bütün bilgilerin Çin kaynaklarından tercümesini yaptıktan sonra değerlendirmeye çalıştık. Arkasından tarihçiliğimiz açısından faydalı olacağı fikrinden hareketle metinlerin Türkçelerini ilave ettik.
682 yılında Kutluğ Kağan liderliğinde istiklalini kazanan II. Gök-Türk Devleti kısa zamanda yine Orta Asya’nın en büyük devleti seviyesine yükselmişti. Onun ölümüyle yerine 692 yılında geçen kardeşi Kapgan yirmi dört yıl hüküm sürdükten sonra bir Bayırku isyanını bastırmasının ardından geri dönerken pusuya düşürülmüş ve 716 yılında katledilmişti. Onun oğlunu tahttan uzaklaştıran Kül Tegin, aynı yıl ağabeyi Bilge’nin kağan olmasını sağladı. Kağanlığının ilk yıllarında çok sayıda boy isyanını bastıran Bilge, 723 yılına gelindiğinde Çin’i de hem bozguna uğratmış, hem de kendisiyle barış yapmak zorunda bırakmıştı.
On sekiz yıl devleti idare ettikten sonra Bilge Kağan bir bakanı (Buyruk Çor) tarafından zehirlendi. Ölmeden önce kendisini zehirleyen Buyruk Çor ve ortaklarını öldürttü. Kendisi de 25 Kasım 734 tarihinde vefat etti. Defin töreni ise 22 Haziran 735′te yapıldı. Bu olayların teferruatı kitabelerde nakledilmesi dolayısıyla bilinmektedir. Kitabelerde bilgiler onun hayatını anlattığı için Bilge’nin ölümünden sonra tamamen kesilmiştir. Bundan sonrası sadece Çin kaynaklarından takip edilebilmektedir.
734 Yılından Yıkılışlarına Kadar Olan Hadiseler

Yeni kağanların tahta çıkışını ve diğer mücadeleleri devrin iki önemli Çin kaynağı T’ang hanedanının eski ve yeni resmî tarihlerinde bulunan Gök-Türk bölümlerindeki kayıtlara göre izlemek mümkündür. Ayrıca Wang Chung-ssu’nun adı geçen her iki tarihte bulunan biyografisi de destekleyici malumat taşımaktadır. WHTK’daki metinler de ilk defa tarafımızdan tercüme edilerek değerlendirilmiştir.
Anlaşıldığına göre Bilge’nin ölümü üzerine bir araya gelen devlet adamları ittifakla onun oğullarından İ-jan’ı kagan olarak tahta geçirdiler. Ancak onun tahtta kaldığı süre problemlidir. CTS 194A fazla yaşamadan öldüğünü bildirirken, HTS 215B sekiz yıl tahtta kaldığını nakletmektedir. Diğer kaynak TCTC 214 deki bilgilerde de İ-jan Kağan’ın hükümdar olduktan kısa bir süre sonra hemen öldüğü yazılıdır. TFYK 975′de ise 741 yılında Tengri Kağan’ın ölümüne işaret edilmiştir.
Yedi yıl sonra dahi Tengri Kagan başta görüldüğüne göre HTS 215B’de verilen bilginin yanlış ve karışık olması muhtemeldir. Neticede babasının ölümünden sonra tahta geçirilen İ-jan Kagan fazla yaşayamamış, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak ölmüştür.
İ-jan Kagan’dan sonra yerine Bilge Kutlug (Pi-chia Ku-tou-lu) Kagan II. Gök-Türk devleti tahtına çıktı. Çin’deki T’ang hanedanı imparatoru hemen harekete geçerek, Sağ Chin-wu muhafızları generali Li Chih’yı elçi olarak gönderip ona Teng-li (Tengri) Kagan unvanını sundu. Çinlilere göre Tengli’nin anlamı “eski hayatında ektiğini biçen (iyi veya kötü hareketler için cezalandırma)” olduğu bildirilmektedir.
Teng-li’nin yaşı küçük olduğu için devlet işlerinde pek muktedir olmadığı anlaşılmaktadır. Bu yüzden ünlü vezir Tonyukuk’un kızı olan annesi Pofu Hatun devlet işlerine müdahale etmek fırsatı buldu. Hatta vezirlerden Yüssu Tarkan ile işbirliği yaptı. Hedeşeri devlet idaresini tam manasıyla kontrollerine almak idi. Ancak onların gizli ittifakına diğer boylar katılmadılar. Ayrıca onların bu tür gizli hareketlerini devletin ileri gelenleri ve boylar dahi herkes duymuş, neticede huzursuzluk baş göstermişti.
Bu sırada II. Gök-Türk devletinin merkezinde hâlâ Teng-li, kagan sıfatıyla hükümdarlık tahtında idi. Devletin doğusunu Sol fiad unvanıyla, batısını Sağ fiad unvanıyla iki amcası idare ediyordu. Söz konusu iki kanat idarecisi başarılı yönetimleriyle tanınmışlar ve subayların kumandanların çoğu özellikle genç ve dinamik olanları tarafından sevilmişlerdi. Dolayısıyla bu karışık ortamda daha çok hürmet ediliyorlardı.
Kaganın devleti idare edecek vasışara sahip olmayışı Gök-Türk Devleti’nin temelinden sarsmış, ülkede birlik bozulmaya başlamıştı. Özellikle Kagan’ın annesinin bir vezirle gizli ittifak yapıp devlet idaresini ele geçirmeye çalışması karışıklıkların baş sebebi olarak görülmektedir.
Bu arada T’ang hanedanının imparatoru Hsüan-tsung, 740 yılında Tengli’nin hükümdarlığını tanıdı. Amcalarının devlet içinde güçlenmeleri Teng-li ve annesini korkutuyordu. Hâkimiyetlerinin sağlamlaştırılması için onları yani Sol ve Sağ fiadları ortadan kaldırmaya karar verdiler. Önce kurdukları komplo ve çevirdikleri entrika ile sağ kanat şadını yani batıdaki amcayı öldürdüler. Askerlerini ve bütün halkını kendilerine bağladılar. Bu hadiseyi duyan doğudaki sol kanat şadı P’an Kül Tegin, aynı şeyin kendi başına geleceğini düşündü. Onların kendisine karşı harekete geçmelerini beklemeden derhal Teng-li’ye hücum edip onu öldürdü. Boş kalan kaganlık makamına Bilge’nin bir başka oğlunu getirdi. Fakat, P’an Kül Tegin’e kimse destek vermiyordu. Basmıllar fırsattan istifade onu mağlup ettiler. Yenilen P’an Kül Tegin, kendisine bağlı kuvvetlerin tamamını kaybetti ve tek başına kaçıp uzaklaştı. Gök-Türk Devleti’nde taht mücadelesi olanca hızıyla acımasızca sürüyordu. P’an Kül Tegin’in tahta geçirdiği kaganı Ku-tuo (Kutlug) Yabgu öldürüp, yine Bilge Kagan’ın bir başka oğlunu hükümdar yaptı. Aynı Yabgu bir süre sonra yeni kaganı da öldürüp kendisini kagan ilan etti.
Yaklaşık iki yüz yıldan beri kuzeylerini sürekli tehdit eden komşularının bu hale düşmesi Çinlileri harekete geçirdi. İmparator tarafından Sun Lao-nu adlı elçiye özel görev verilerek, Uygur, Karluk ve Basmıl gibi Türk boylarının yanına gönderildi. Adı geçen boylara Gök-Türk devletinden ayrılıp, Çin’e bağlanmaları teklif ediliyordu. Çinlilerin bu teşebbüsü Orta Asya Türk tarihi için uzun sayılabilecek barış dönemini sona erdirdi. Yaklaşık yirmi yıldan beri Gök-Türklerle Çin arasında önemli bir savaş olmamıştı.

Çinlilerin tahrikiyle zaten zayıflamış olan Gök-Türk hâkimiyetine karşı Basmıl, Karluk ve Uygurlar ayaklandı, Gök-Türk kaganı Ku-tuo (Kutlug) Yabgu’yu öldürdüler. Ayaklanan üç Türk boyu kendi içlerinde önceliği Basmıllara verdi. Onların reisi Chie-tie-i-shih, kagan ilân edildi. Sağ ve Sol kanat yabguluklarını ise Karluklarla Uygurlar paylaşmışlardı. Kaynaklarda belirtilmemesine rağmen batıda olmaları sebebiyle Sağ kanat yabguluğunu Karlukların almaları muhtemeldir. Doğu yani Sol kanadının ise Uygurların bulunduğu yere yakınlığı sebebiyle onlara ait olması daha uygundur. Bu üç boyun reisi beraber Çin’e elçi gönderdiler; zaten daha önce onlar tarafından tahrik edilmişlerdi. Bağımsızlıklarının ilk anında da Çin ile yakın ilişki kurmak istiyorlardı.
Bu arada T’ang imparatoru kuzeydeki Ling eyaletine kendisini ispatlamak arzusunu taşıyan bir kumandan olan Wang Chung-ssu’yu tayin etti. Adı geçen kumandan önce Moğol boyları Hsi ve Nu-chie’leri Sang-kan ırmağı kenarında bozguna uğrattı. Ahalilerinin büyük bir kısmını ele geçirdi. Bu şekilde Gobi çölünün kuzeyinde bulunan diğer boylara gözdağı vermek niyetinde idi. Daha sonra bunun için büyük bir toplantı yaptı.
Ku-tuo (Kutlug) Yabgu’nun öldürülmesi sırasında çıkan karışıklıkları yakından takip eden Wang Chung-ssu, Gobi çölünün ağzına gitmiş, onları korkutmuştu. Son kaganın öldürülmesinden sonra Basmıl, Uygur ve Karluklar’dan kurtulabilen Gök-Türk ahalisi eski Doğu Kanat fiad’ı P’an Kül Tegin’in oğlunu Wu-su-mi-shih (Ozmış) Kagan unvanıyla tahta geçirdi.
Wang Chung-ssu’nun, Gobi çölüne gelişi Wu-su-mi-shih Kagan’ı korkutmuştu. Siyasi hakimiyetinin bozulduğunu ve askeri gücünün iyice dağıldığını gören kagan Çin imparatorunu ziyaret edip, ona bağlılığını göstereceğini bildirdi. Fakat, daha sonra söz konusu niyetinden vazgeçince adı geçen Çinli kumandan onu yakalamak üzere harekete geçti. Ancak, kendisi savaşmak yerine müttefikleri Uygur, Basmıl ve Karlukları Wu-su-mi-shih (Ozmış)’nın üzerine saldırttı. Mağlup olan Ozmış hatununu dahi savaş meydanında bırakıp kaçmaya başladı. Bu sefer Çinli kumandan onun peşine düştü.Nihayetinde, sadece sağ kanadında bulunan kuvvetleri bozguna uğratıp geri döndü.
Ardı ardına darbelere maruz kalan Gök-Türk hanedanından kopmalar ve Çin’e sığınmalar görülüyordu. Wu-su-mi-shih (Ozmış)’nın batı kanadı yabgusu A-pu-ssu, Batı fiad’ı Ko-la-to, Kapgan’ın torunu Po-te-chih Tegin, Bilge Kagan’ın kızı Ta-lo prenses İ-jan Kagan’ın hanımı Bilge Yü-sai-fu, Teng-li Kagan’ın kızı Yü-chu-kung prenses, binden fazla çadır aileyi oluşturan ahali gidip Çin’e sığındı. Bu hadise dolayısıyla zaten mahvolmaya yüz tutan Gök-Türklerin nüfusu iyice azalmıştı. T’ang imparatoru Hsüan-tsung, teslim olanlardan çok memnun kalmış ve Hua-wo-lou adlı köşkte bütün sığınan Gök-Türklerin şerefine şölen tertip etmiştir. Ayrıca çok sayıda hediyeler sundu (742 yılı). Çin imparatoru söz konusu hadiseden memnuniyetini belirtmek için bir de şiir söylemiş, hasat zamanı yiyecek ihtiyaçları için onlara iki milyon ölçek un verdirmişti. Bu arada mevkilerine göre unvanlar dahi bağışlamıştır.
Wu-su-mi-shih (Ozmış) Kagan’ın üzerine tekrar hücuma karar veren Wang Chung-ssu, bu sefer Basmıl, Karluk ve Uygurları kullandı. Ona göre uygulanabilecek en iyi plan bu boyların birlikte Kagan’a saldırması idi. To-lossu kalesine karşı harekete geçen üç boy arkasından K’un suyunu takip ederek Wu-su-mi-shih (Ozmış) Kagan’ı öldürdüler. Böylece Wang Chung-ssu hiç hareket etmeden zafer kazanmış oluyordu. O sadece Çin’in kuzeyinde kale tamiriyle uğraşmış, Çin seddindeki Ta-t’ung ve Ching-pien kalelerini birleştirerek, gelecekte bu yönden kuzeyli kavimlerin yapacakları saldırı yolunu kapatmak istemişti. Wu-su-mi-shih (Ozmış) Kagan’ın kesik başı Çin başkentine götürüldü.
Başlarına geçen kaganların sırayla öldürülmesi Gök-Türklerin arta kalanlarını hâlâ yıldıramıyordu. Sonunda kesik başı Ch’ang-an’a götürülen Wusu-mi-shih (Ozmış)’nın oğlu Ku-lung-fu Pai-mei’i kagan seçtiler (744 yılı).
Bu sırada Çin imparatoru Hsüan-tsung, artık Gök-Türkleri kesin bir şekilde ortadan kaldırmak arzusunda idi. İşte bu yüzden Gök-Türklerin son durumunu gayet iyi bilen kumandan Wang Chung-ssu’yu tekrar onları Türklerin üzerine gönderdi.
Çinli general Sa-he-nei dağına ulaştı. Burada Pai-mei Kagan’ın Sol (doğu) kanadını idare eden A-po Tarkan’a bağlı onbir boyla savaştı ve mağlup etti. Akabinde Pai-mei Kagan’ın batı kanadına yüklendi. Tam bu sırada Orta Asya tarihini değiştirecek mühim hadiseler meydana geliyordu. Çin İmparatorunun tahrikiyle Gök-Türk devletinin kaganını öldürerek zaafa uğratan Basmıl, Karluk Uygur gibi Türk boylarının arası açılmıştı. Daha önce kaganlığı tanınan Basmıl reisi Chieh-tie-i-shih, Uygur ve Karluklar tarafından öldürüldü. Uygur reisi Ku-li Pei-lo kendini Kutlug Bilge Kül Kagan ilan etti. Arkasından Çin imparatoru Hsüan-tsung’a elçi gönderip durumu bildirdi. Böylece Uygur devleti resmen kurulmuş oluyordu. Artık iki yüz yıllık Gök-Türklerin tarihi merkezi Ötüken, Uygurların eline geçmişti.
745 yılının başlarına gelindiğinde Ötüken’de hâkimiyetini iyice sağlamlaştıran Uygur kaganı, son Gök-Türk kaganı Pai-mei’e saldırdı ve mağlup edip öldürdü. Pai-mei’in kesik başı tıpkı babasınınki gibi Çin başkentine götürüldü. Hayatta kalabilmeyi hâlâ başaran Bilge Kagan’ın hanımı da son kabilelerle birlikte gidip Çin’e sığındı.
Yıkılışlarından Sonra Gök-Türkler


Pai-mei Kagan’ın öldürülüp kesik başının Çin’e götürülmesiyle Gök-Türk hanedanının siyasî varlığı tamamen sona eriyordu. Zaten hanedana mensup çok sayıda bey gidip Çin’e teslim olmuştu. Ötüken bölgesinde yıllardır süren iç savaş neticesi boyların dağıldığı bilinmektedir. Diğer taraftan Uygurlar, Basmılları mağlup ederek büyük bir siyasî organizasyon halinde Büyük Uygur Kağanlığı adı verilen devletlerini kurdular. Dolayısıyla Gök-Türk hanedanından gelen herhangi bir kişinin devleti yeniden canlandırması mümkün olamazdı. Üstelik uzun süren iç savaş yüzünden diğer boyların Gök-Türk hanedanına bağlılığı kaybolmuştu.
Bundan sonra birkaç yüzyıl içinde çok nadir de olsa Gök-Türk ismine kaynaklarda rastlanmaktadır. Söz konusu isimleri kaynaklardan toplayıp aşağıda sunmaya çalışırsak şöyle bir değerlendirme ortaya çıkar: Kapgan Kagan’ın torunu olan A-pu-sse yukarıda da görüldüğü üzere 742 yılının sonlarına doğru ülkesinde patlak veren iç savaşlar ve diğer kargaşalıklardan dolayı Teng-li Kagan’ın kızı ile giden grupta yer alarak Çin’deki T’ang hanedanı imparatoruna teslim olmuştu. Ona Çin imparatoru Hsüan-tsung’a bağlılığından dolayı Shuo-fang bölgesi Chie-tu-fu-shih’lığı (özel vazifeli memur) ve Feng-hsin prensliği unvanları tevcih edildiği anlaşılmaktadır. T’ang hanedanının kökünden sarsan meşhur An Lu-shan’ın isyanı sırasında A-pu-sseda karışıklıktan faydalanıp isyan etmek planları yaptı. Daha sonra Çin sınırlarını terk ederek Gobi çölünün kuzeyine eski topraklarına geri döndü. 752 yılının bahar aylarında meydana gelen bu ayaklanmanın akabinde Çin sınırlarına hücum etti. Onun bazı yağmalar yaptığını iki yıl sonra Beşbalık askerî valisi Ch’eng Chien-li tarafından esir edildiğini öğreniyoruz Aslında bu hususta çelişkili ifadeler bulunmaktadır. Bazı belgeler Karlukların o sıradaki yabgusunun A-pu-sse’yı tutukladığı’nı, ona bağlı boyların da üç ay önceden teslim olduğu şeklinde kayıtlar ihtiva etmektedir Neticede Çin başkentine götürülen A-pu-sse, imparatorun sarayının merdivenlerine sunulmuş ve Chuch’io caddesinde idam edilmiştir
756 yılında T’ang hanedanı hizmetine girmiş ve generallik rütbesine yükselmiş olan A-shih-na Ch’eng-ch’ing, isyan edip Ying-ch’uan bölgesine saldırarak ele geçirmiş, şehrin muhafızı Hsie Yüan ve vali yardımcısı P’ang Chien’i esir etmişti Fakat, onun akibeti hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. Her halde mağlup olup Çinlilere teslim olmak zorunda kalmıştır. 764 yılında reislerini öğrenemediğimiz yine bir grup Gök-Türk, Feng eyaletine hücum ederek muhafız general Ma Wang’ı öldürmüştür
Bu tarihten sonra uzun süre Gök-Türklerin Çin sınırlarına tecavüzleri dolayısıyla kaynaklarda zikredilmelerine rastlanmamaktadır. 837 yılına gelindiğinde Chen-wu bölgesinde yaşayan Gök-Türkler, yüz elli çadır halinde isyan ettiler. İsyan sebepleri konusunda bilgi yoktur. Bunlar tarım arazileri ve çiftçilerini yağmaladılar ise de Çinli kumandan Liou Mien’e mağlup olup pasifize edildiler Aynı bölgede bulunan Gök-Türklerin on yıl sonra yani 847 yılında, tüccarlara ve vergi olarak toplanan pirinçlere saldırıp yağma yaptıklarına tesadüf edilmektedir. Yine o bölgenin idarecisi olan Shih Hsien-chung söz konusu Gök-Türk bakiyelerini bozguna uğratmış ve herhangi bir tehlike teşkil etmelerini engellemiştir
Yaklaşık yetmiş sekiz yıl sonra Beş Hanedan döneminde, Gök-Türkleri T’ang imparatorluğunun yıkılıp yerine küçük devletlerin kurulduğu anda yine tarih sahnesinde görmekteyiz. Eski ve Yeni Beş Hanedan tarihlerinde yazıldığına göre 925 yılının bahar başlangıcında Gök-Türkler elçi gönderip, kendi ülke mallarından sunmuşlardı. İfadelerden anlaşıldığına göre Gök-Türkler, o esnada Çin sınırlarının dışında idiler. Elçi Hun-chie-lou, aynı zamanda Gök-Türklerin reisi olabilirdi. Aynı yılın kış mevsiminde Gök-Türkler Hsi, T’u-hun gibi Moğol boylarıyla birlikte yine elçi göndermişlerdi. Bahsettiğimiz elçilik heyetlerinin akabinde muhteviyatı enteresan bir kayıt vardır. Buna göre imparator Ming-tsung, Po-ssu-ma-p’o(pi)’yi ziyaret edip Gök-Türk tanrısına kurban sunmuş, kuzey geleneklerine göre tören yapılmasını müsaade etmiştir. Ertesi yıl Gök-Türklerin başında başka bir reis göründüğüne göre demek ki, söz konusu tören bir cenaze töreni idi ve imparator Hun-chie-lou’nun ölümü dolayısıyla tören yapılmasına müsaade etmişti. Gök-Türklerin yeni reisinin adı Chang Mu-chin idi. O da Çin sarayına vergi sunmuştu 931 yılında Çin imparatoru Ming-tsung’u ziyaret eden Gök-Türk elçisinin adı Tu-a-shu idi ve büyük ihtimalle o da onların reisi durumunda bulunuyordu.
934 yılında Gök-Türkler ilişki kurdukları Sonraki T’ang hanedanı yıkılınca Sonraki Chin hanedanı kuruldu(936-944). Bu hanedan döneminde 941 yılının sonbaharında Gök-Türk elçisi Hsüe T’ung-hai başkenti ziyaret etmiştir
941 yılı Gök-Türklerin Çin’e son elçi gönderdikleri tarihtir. 745 yılında son kaganları Pai-mei, Uygurlar tarafından öldürüldükten sonra Çin’e sığınmak zorunda kalan Gök-Türkler, aradan uzun zaman geçmesine rağmen benliklerini kaybetmemişler fırsat buldukça ayaklanmışlardır. Beş Hanedan döneminde ise söz konusu tarihe kadar diplomatik ilişkiler kurduklarına tesadüf ediyoruz. Bu devirde yani 907 yılında T’ang imparatorluğunun yıkılmasından sonra ortaya çıkan zayıf devletlerle ilişki kurabilecek kadar güçlendikleri anlaşılmaktadır. Ama güçlerinin miktarı ve akıbetleri konusunda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Yeni Beş Hanedan Tarihi’nin Gök-Türkler hakkındaki son kaydına göre askeri valilerinin hepsinin kaybolması sebebiyle artık kayıtları tutulmamıştır.
Heddam.com Kültür Servisi

Ahmet Taşağıl